Şehir ve Kültür Dergisi’ni, İstanbul’u İstanbullu Sayın Mehmet Kâmil Berse ile konuştuk. Sohbetimizin ikinci bölümünü siz değerli okurlarımızın ilgilerine sunuyoruz:
Efendim İstanbul’u fethettikten sonra Fatih Sultan Mehmet şehri nasıl dönüştürdü?
İstanbul’u Sultan Fatih fethettikten sonra İstanbul’u bir dünya şehri yapmak istiyor. Dünya şehri yapmak istediğinde İstanbul’un nüfusu Bizans’tan kalan 50-60 bin kişi var. İstanbul’a Karaköy tarafında yerleşmiş Cenevizler, Venedikliler bazı batılılar var. Onlar da dünya ticareti yapan kişiler. Fetih sonrası İstanbul’u okuduğunuzda onu görürsünüz Sultan Fatih, Zağanos Paşa’yı Karaköy’deki gayrimüslimlerin başlarına gönderiyor. Onlarla anlaşma yapıyor, yaptıkları ticarete devam edecekler, karşılığında belirlenen vergileri verecekler, devlete isyan etmeyecekler. Sadece bulundukları bölgede yaşayacaklar. Sezai Karakoç Cağaloğlu’ndan ayrılırken öyle demiş: “Bir zamanlar biz harem-i ismetimize yabancıları sokmazdık şimdi onlar bizi oradan attı.” Diye. Turistler gelmeye başlayınca hoş bir cümledir. Sultan Fatih, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden de çeşitli aileleri İstanbul’a getiriyor. Sebebi de buranın yerlisi Bizans’tan Roma’dan kalan 50-60 bin kişi hem onların yanında bir Türk nesli yetişsin hem de bir Türk ve dünya şehri olma yolunda nüfusu ona göre çoğalsın. Karaman’dan getirdiklerini Fatih Cami’nin alt tarafında adı halen Karaman Caddesi’dir. Çarşamba semtinde Çarşamba’dan getirilenler var. Aksaray’da Aksaray’dan getirilenler var. Semt isimleri oradan gelir.
Fetih ile birlikte İstanbul’un İslamlaşması ve Türkleşmesi göç temelli olmuş diyebilir miyiz? İstanbul’un kaderi göç ile mi devam ediyor?
Tabii hicret temellidir. İstanbul böyle devam ediyor. Tarih boyunca sıra sıra göç dalgaları var. Kırım’dan İstanbul’a dört dalga göç var. 1788 Kırım’ın Ruslara ilhakı ile göç edenler, ikinci dalgada 53-56 savaşında göç edenler var. 93 Harbi dedikleri 77-78 savaşında göç edenler var. Bir de Cumhuriyet döneminde göç edenler var. Kafkaslardan gelen dalga var. Balkan Savaşı var. Balkan Savaşı’nda 3 milyon insan hicret ediyor. Hatta o hicret o kadar yoğun oluyor ki İstanbul almıyor. Bir süre bekletiyorlar. Osmanlı o kadar zayıf zamanında bile milyonlarca insanı nasıl barındırıyor? Hicretlerle İstanbul’u dolduran Sultan Fatih sadece Müslümanlarla da kalmıyor. Gemi ticareti yapan Venedikliler var. Halkın arasında sanatkâr ve esnafa da ihtiyaç var. Ama buraya hicret eden Türkler esnaflığı pek bilmiyorlar, sanatkârlığı bilmiyorlar. Türkler ya savaşa gidiyorlar ya toprak işliyorlar. İstanbul’a geldiklerinde onları bu konuda yetiştirmek üzere, sanatı kimler öğretir. Ermeniler, Ermenileri getiriyor. Esnaflığı kimler öğretir Yahudiler, Yahudileri getiriyor. Bunları çeşitli yerlerden getiriyor Sultan Fatih. Sonra II.Beyazıd zamanında da İspanya’dan getiriliyor. Yahudiler, (sefaratlar) bütün bunları yaparken de Sultan Fatih kendinden emin, bunlar gayrimüslim bizim aleyhimizde çalışır diye endişe duymuyor, sarayda Yahudi doktor çalışıyor.
Ayasofya bu tutumun en somut örneği değil mi?
Ayasofya’yı bir Türk İslam mabedi olarak ibadethaneye çeviriyor, bunu yaparken de adını değiştirmiyor. Ayasofya olarak bırakıyor, Ayasofya olarak yaşıyor. Şehrin hem dokusuna saygı hem de birçok semtin ismi böyledir. Mesela Edirne’nin adı da böyledir. Oranın adı Adriyan’dır ama Adriyan’ı Türkçeye uydurmuş Edirne demişler. İskeleye “skala” diyor yabancılar bizimkiler ona iskele demişler. Kelimelere fazla takılmamak lazım aslında. Türkçesi varsa yabancı kelime kullanma ama karşılığı yoksa artık o kelime senin diline girmiş.
Suriye’den gelen göçü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Suriyeliler buraya geldi, belirli bir yaşayışları, alışkanlıkları var, hoşunuza gitmeyebilir. Siz de buraya geldiğinizde benim dedem gibi kim bilir nasıl alışkanlıkları vardı? Belki o zaman burada yaşayanların hoşuna gitmeyen alışkanlıkları vardı. Ama onlar o şehir terbiyesini almak için biri tekkeye gitti biri başka yere gitti böyle edeplendiler. Ben dünyayı da dolaştım. Büyük Okyanus kıyısında Şili’de bizim İzmir’in Kordon’u gibi bir cadde var. Ben o cadde boyunca dört tane Türk dönerci gördüm. Bunlardan biri Ofluydu. Ofluyu Amerika’da gördüm. Bizim Türkler tarih boyunca hicret etmeye alışkınlar. Ya at sırtında gezmişler ya da şimdi Türk Hava Yolları ile geziyor, kültürünü de götürüyor. Dolayısı ile bundan hiç yoksunmamak lazım. Bizim buraya hicret edenler de eğer buraya bir katkıları varsa etsinler. Şimdi Türkiye’ye Suriye, Irak, Afganistan’dan göç edenler var. Onlar buraya geldiklerinde bir takım destekler oldu fakat araştırın ben bu konuda çok hassasım araştırıyorum. Mesela Ankara’ya gittiğimde Siteler diye bir semt var. Türkiye’de mobilyanın en çok üretildiği yer İnegöl değil Ankara’dır. Hatta Ankara mobilya derler. Orada birkaç arkadaş vasıtası ile fabrikası olan mobilyacılarla sohbet ettik. Benim babamın da geçmişte mesleği marangozluk olduğu için usta bulabiliyorlar mı diye sordum, hepsinin söylediği şu: “Allah Suriyelilerden razı olsun, Suriyeliler geldi usta sorunumuz çözüldü. Biz usta yetiştirmeye çırak bulamıyorduk.Usta var gelip çalışmıyor. Suriyeli hem sanatkar hem çalışıyor.” Antep, Maraş’ta oyma, ahşap işleri çok revaçtadır. Oralarda da sorduğumda oradaki ustaların sanatı öğrendiği yer Suriye. Suriyeli ustalar tarih boyunca oyma işlerini çok iyi yapıyorlar. Bir başka şey daha söyleyeyim baklavanın en güzelini ben Şam’da yedim. Elbette Türkiye’de güzel yapıyorlar ama Türk baklavacılarına öğreten de Şamlılarmış öyle derler.
Efendim biraz da yayıncılık hayatınızdan konuşmaya ne dersiniz? İlk yayıncılık tecrübeniz…
Liselerde duvar gazeteleri vardı. İstanbul İmam Hatip Okulunda ben yedi sene okudum. İstanbul İmam Hatip Okulu diyorum o zaman okuldu adı, sonra lise oldu. Dört sene ortaokul, üç sene lise okudum. Türkçe kompozisyon ve daha sonra edebiyat derslerim çok iyiydi. O tarihte hocalarım olanlar vefat etti ama ikisi hayatta. Edebiyat hocalarımdan biri Nurettin Topçu’nun yeğeni Ayşe Topçu’ydu. Biri Yaşar Fersahoğlu’ydu. Her okulun Kızılay, Yeşilay kolu olur ya o zamanlar kol vardı, şimdi kulüp diyorlar galiba. Orada okuduğum sürece kendi sınıfım adına okulun Kültür ve Edebiyat kolunda faaliyet gösterirdim. Özellikle lisede Kültür ve Edebiyat kolunda beraber çalıştığım çok değerli üç arkadaşım vardı. İkisi vefat etti. Bir arkadaşım da Cumhurbaşkanı oldu. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan beyefendi ile biz okulda duvar gazetesi çıkarırdık. Benim kaligrafim de düzgündü, o tarihlerde bilgisayar yok, elle yazardık yazıları. Sütun sütun, manşetleri de çarpıcı hazırlıyoruz. Gazetenin adı Yeniden Doğuş’tu. Okulda çalışıyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan o akşam bir konferansa gitti gece on iki surlarında döndüğünde konferanstan etkilenmiş ve bana dedi ki: “Kâmil aklıma bir şey geldi. Gazetenin ismini Vahdet koyalım.” Olur dedim. Vahdet’i güzel bir yazı ile yazdık. Ertesi gün dayımın dekopaj dükkânına gittim, orijinal harflerde kestirdim, gazetenin başlığını orijinal bir şekilde yaptırdık. Biz o gazeteyi iki yıl beraber çıkardık. İlk çıkardığım gazete bir duvar gazetesi Yeni Doğuş ve Vahdet. Ben o zamanlar okulla beraber bir kitabevini ailemle birlikte çalıştırıyordum. Kalem Kitabevi, Fatih Çarşamba Darüşşafaka Caddesinde merkezi bir yerdeydi, etrafımız hep okullarla doluydu. Kalem Kitabevi de o tarihte İstanbul’un en meşhur kitabeviydi, her çeşit kitap bulunurdu, hatta okul kitaplarında kitap bulamayanlar İstanbul Pendik’ten,Beşiktaştan,Üsküdardan bile gelirlerdi. Biz bu işi kurumsal yapardık aynı zamanda yayıncılık da yapardık. O tarihlerde yayınlanmış dört kitabımız var. Kitap kapaklarının bazılarını Gürbüz Azak çizdi o zaman. Eskiden letraset satardık, ben letrasetle kendi kendime mizah gazetesi çıkardım. Lisedeyim gazeteyi çıkardığımda adı da “Cant Osman” günün mizahi konularını yazardım. Kopyasını yapamıyorum tabii tek numune ,kendimi mutlu ederdim. Cant Osman ismi de nereden geldi; ben Sadri Alışık’ı çok severdim. Sadri Alışık benim çocukluk ve gençliğimin sanatçısı, Bir Lastik fabrikasının reklamını yapardı radyoda programın adı “Cant Osman “ programda fıkralar anlatır mizah yapardı,ona öykülenip minik mizah dergisine o ismi vermiştim. Sadri Alışık’ın bir İstanbul şiiri vardır, okumanızı tavsiye ederim. hayranım o şiire. Cant Osman’ı edebiyat öğretmenlerime okuttum çok sevindiler. Şehirli olmanın, şehirde yaşamanın bir avantajı var. Şehirde yaşarken şehirli olmak, şehirli insanlarla tanışmak için bir kitabevinde bulunmak benim için ayrı bir okul gibiydi. Hep iki üniversite okudum derim, bir işletme okudum ama Kalem Kitabevi de benim için ayrı bir üniversite oldu. Hayatım boyunca orada kültür,sanat ,siyaset insanları ile tanıştım.
İstanbul Şehrengizi’nin öyküsü, şehrengiz ne demek?
İstanbul Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde on seneden fazla her ay Kültür Müdürlüğü’nün programı çerçevesinde program yaptım. Programın ana başlığı İstanbul Şehrengizi idi çünkü İstanbul’u anlatacaktım. İstanbul’u anlatırken şöyle bir metodum oldu, şehrengizleri ben eskiden beri çok seviyorum. Lise yıllarında Osmanlıca bir kitap geçti elime, Zâti’ninEdirneŞehrengizi bazıları için şehrengiz esrarengiz gibi gelebilir. Şehrengiz Farsça bir kelime, “şehir karıştıran” demek. Şehir karıştıran denilince insanların aklına farklı düşünceler geliyor, şehri karıştıran, kabadayılık yapan gibi ama öyle değil. Divan Edebiyatı’nda Mesnevi tarzı yazılmış bir edebiyat türü, şehrengizi kullanmalarının sebebi, hangi şehri anlatıyorlarsa o şehrin ana öğesi mesela İstanbul’un en tanınan kişisi kimse onu anlatıyorlar. O kişinin başından geçenleri manzum olarak anlatmış, yaptığı şeyler, anlattıkları şehirde çok önemli hadiseler yaratmış. Bu vesile ile şehrengizler 17. yüzyılda edebiyatta çok kullanılmış, çok kullanılmış desem de bugün elimize geçen 68 tane şehrengiz var. Şehrengizler çok kalın kitaplar değil, ince risaleler şeklinde, o zamanlar nesir olarak yazılmamış, belirli bir süre sonra da unutulmuş. Yahya Kemal, 19. yüzyılda Aziz İstanbul’u yazmış ben okuduğumda baktım ki Aziz İstanbul tam şehrengiz benzeri bir şey, ben de şehrengiz benzeri bir şeyler yazabilirim, konuşabilirim dedim. Bu konuda yazmak için epeyce çalıştım. İstanbul’u anlatacaksanız ya ansiklopedik didaktik bilgilerle anlatacaksanız bu sıkıcı olur, insanların ruhunu, o şehrin mimarisini hepsini birlikte yaşadığı bir olay olması ona göre bir anlatım olması lazım ben böyle anlatmaya başladım, çok da itibar gördü. Ben de zevk aldım. Her programda farklı bir konu anlatmam gerektiği için çok da çalışmam gerekti. Her hikâyenin sonuna da kendimden bir parça koyup bu kişi de bendim diyorum. Daha sonra İstanbul Şehrengizi’ni kitaba dönüştürdüm.
Şehir ve Kültür 11 yıl oldu değerlendirmelerinizi lütfeder misiniz?
Şehir ve Kültür, maddi manevi önemli bir çalışma değerini bilen biliyor. Bu konularda çok ciddi emeklerimiz oldu, yolumuzu kesmek isteyenler oldu,onlarla da mücadele ettik. Çok şükür dimdik ayaktayız bundan sonra da inşallah uzun yıllar ayakta olacağız. Bu çalışmaları yaparken Allah rahmet eylesin yazarlarımızdan aramızdan ayrılan yaklaşık on kişi var. En son da Ersin Nazif Gürdoğan hocamızı kaybettik. Kaybettiğimiz yazarlarımız için her ay hatim okuyup dua ediyoruz. Her fani gibi bizim de sonumuz gelecek inşallah bizim de arkamızdan okuyanlar olur. Türk toplumunun siyasetinden öğrencisine her kesimine dokunuyor Şehir ve Kültür. Milli Eğitim Bakanlığı dergimizle çok ilgileniyor, derginin bütün pdf lerini Milli Eğitim Bakanlığı’nın kullanımına açtık ve onlar okullarla paylaşıyorlar, bölge bölge çalıştaylar yapıyorlar. Çalıştaylardan sonra belli okulları pilot okul ilan ettiler, oralarda şehir kültür çalışmaları yapılıyor, o şehirlerin bu dergide yer alan yazıları öğrencilerle paylaşılıyor. Ben dahil bazı arkadaşlarımız Şehir ve Kültür konferansları vermek üzere bu okullara, şehirlere gideceğiz inşallah. Geçtiğimiz hafta sonu Ahlat’da Cumhurbaşkanlığı Külliyesindeydim. Türkiye’nin çeşitli liselerinden başarılı öğrenciler orada yıl boyu birer hafta kamp yapıyorlar, bu kamplarda öğrenciler konuşmacılarla bir araya geliyor, hem tatil hem tarih ve kültür yüklemesi oluyor. Öğrencilerle beraber olup onlarla sohbet etmekten çok keyif aldım..Bu çalışmalara vesile olduğumuz için çok mutluyuz.
Hz. Mevlânâ der ki: “Kâmil odur ki; koya dünyada bir eser,/ Eseri olmayanın, yerinde yeller eser.” Biz bir eser koymaya çalışıyoruz koyabildiysek ne mutlu.
Efendim teveccühünüz için müteşekkiriz. Şehir ve Kültür Dergisi’ne nice uzun yıllar bereketli yayın hayatı diliyoruz.