Mehmet Kâmil Berse’nin hayat hikâyesinde göç ve acı, şehirli olmak vücut bulmuş.
Yayıncılık, reklamcılık, gazetecilik, dergicilik yapan Berse, sadece Türkiye değil, dünyanın dört bir yerinde farklı ülkelere seyahatler yaptı. Gördüklerini, hissettiklerini, araştırmalarla derinleştirerek eserler yazdı, yazmaya devam ediyor.
Şehir ve Kültür Dergisi’nin sahibi, Genel Yayın Yönetmeni Sayın Mehmet Kâmil Berse ile öznesinde İstanbul olmak üzere şehir, şehirli olmak, göçü konuştuk. Siz değerli okurlarımızın ilgilerine sunuyoruz:
Efendim şehir ne demek, şehir ve kent arasında bir fark var mı?
Şehir ne demek? Şehir, Arapça “ay” demek. Farsçada,“bir toplanma yeri, buluşma yeri” manasında kullanılan bir kelime. Osmanlı Türkçesinde Farsça bazı kelimeler çok revaçta bize de oradan gelmiş kelimeyi öylece kullanıyoruz. Kent bazılarına göre yabancı bir kelime gibi geliyor, aslında yabancı kelime değil Türkçe kökenli. Orta Asya’da kullanılan Soğdca kand “şehir, kale” sözcüğünden gelir. Şehrin ruhu var da kentin yok gibi bir algıyı biz yaratmışız. Semerkant deriz mesela Semerkant’a gidince niye o ruhu görüyoruz o insanın anlayışına bağlı. Başka bir kent daha var Taşkent. Şehir ve kent ayrımı yanlış bir algı ve insanların hafızasında yanlış yer ediniyor.
Türklerde şehircilik anlayışı nasıldı?
Türklerin hayatı göçebe bir hayat, Orta Asya’dan Batıya göç etmişler at sırtında geçen bir ömürleri var. Türklerde şehircilik ve şehir kurma ancak belli bir noktaya geldikten sonra başlamışlar. İlk Türk şehirleşmeleri Semerkant, Buhara gibi yerlerde olmuş. Türkler, Anadolu’ya geldikten sonra yerleşik düzene geçmişler. Yerleşik düzene geçtiğimiz ilk vatan toprakları Anadolu. Anadolu’da da durmamış Batıya göç etmişler. Anadolu’dan sonra Rumeli. Anadolu’daki ilk yerleşim yeri olan Ani şehri, Büyük Selçuklu Devleti’nin sultanı Alparslan tarafından 1064 tarihinde fethedilmiş, 1071 Malazgirt Zaferi öncesinde Anadolu kapılarının Türklere açılışında öncülük etmiştir. Bizanslıların kurduğu bir şehir olan Ani’de yaşayan insanlar var, biraz gelişmiş bir şehir, bir kale şehri. Eskiden şehirler kale şeklindeydi. Yerleşim yerleri sürekli saldırılara uğruyor, bundan korunmak için kale ile çevriliyor. Şehirler mümkün olduğu kadar yüksek yerlere kuruluyor yine orada da surlarla çevriliyor. Ani fethedilmiş ama bu şehri tekrar şehir yapmak için Selçuklular eski şehri muhafaza etmişler. Ani şehrinin etrafına yeni bir sur çevirmişler eski şehir içeride kalmış, Ani genişleyerek daha geniş yeni bir şehir inşa edilmiş. Orada yaşayan gayri müslimlere hiç dokunulmamış, karşılıklı ticaret başlamış. Rahmetli Nazif Gürdoğan hocanın dediği gibi, ticaret olan yerde savaş olmaz. Ticaret ile birlikte dostluk kavileşmiş. Sonrasında Malazgirt ve bu savaşların neticesinde her yerde bir şehir kurmaya başlamışız.
İslamiyet’ten sonra Türklerde şehirleşme…
İslam’da şehir çok önemlidir. İslam dini bir şehir dinidir. Arapçada, medeniyet, Medine şehir demek dolayısı ile Medine-i Münevvere, “nurlanmış şehir, ışıklı şehir” manasına gelir. Mekke bir şehirdi. İslamiyet Mekke’de doğdu. Medine’ye hicret edildi. Medine, kavimlerin oturduğu bir yerdi ama İslamiyet’in oraya yerleşmesinden sonra İslam’ın ikinci büyük şehri oldu. Bizim inancımızda şehirlerin önemi büyüktür. Türkler de Müslüman olduktan sonra şehirciliğe çok daha fazla önem vermişler. Bu vesile ile her fethettikleri yerde şehir kurmuşlar. Türklerin kurduğu şehirlerde bir merkeziyetçilik var yani cami odaklı etrafına suyu getirmişler, çeşme, hamam getirmişler, onun etrafına çarşı kurmuşlar, onun etrafına okul, medrese kurmuşlar, onun etrafına da yerleşim yerleri kurmuşlar. Şehirler halka halka gelişen planda tasarlanmış, yerleşimi daha dışa kurmuşlar ki yerleşim zamanla daha da gelişebilir diye. Çarşı şehrin merkezine camiye daha yakın. Selçuklu ve Osmanlı’da şehir medeniyetini Anadolu’nun her yerinde görebiliriz. Bizans ve Roma şehir kalıntılarına bakınca sanki şehir merkezinde tiyatrolar var, anfi tiyatrolar şeklinde herkesin kendine göre bir inanışı ve ona göre bir yapılanması var. Türkler zamanında çadırlarda yaşarken şehirlere gelmişler. Şehirde yaşamak dinimiz için çok değerlidir. Üstat Necip Fazıl’ın 101 Hadis diye bir kitabı var, 1950 yılında basılmış, 101 hadisi manzum hale getirmiş. Orada bir hadisi şerifte der ki:
“Oturmayın kimsesiz ve harap yerlerde haorada oturmak ha karanlık mezarlarda.” İnsanların birbirleri ile yan yana olması, kaynaşması, birbirinden etkilenmesi gerekir. Şehirlilik de bunu gerektirir, biz bundan dolayı şehirliliği önemsiyoruz. “Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık.” diyor Ayet-i Kerime ama uzak yerlerde oturursanız anlaşacak bir şeyiniz kalmaz, ancak birbirinize uzaktan bağırırsınız.
Türkler İslamiyet ile birlikte de şehirciliği geliştiriyorlar bugüne gelince şehircilik anlayışımızı nasıl değerlendirirsiniz?
Türkler tarih boyunca şehirciliği geliştirmiş bugün aynı mantıkta değiliz gibi geliyor bana. Çünkü o güzelim şehirleri, bir inanca göre kurduğumuz merkezinde cami olan, etrafında şehir yapılaşmaları olan yerleri harap etmişiz, tarihi yerleri yıkıp yerine beton bloklar yapmışız.
Öznesinde İstanbul olarak bir şehirde doğmak ile şehirli olunur mu?
Şehirli olmak için bir yerde doğmak da önemli ama sizin babanız diyelim ki İstanbul’a Van’dan, Bitlis’ten geldi, siz burada doğdunuz. Siz İstanbullu musunuz? Babanız Vanlı dolayısı ile eskiler buna şöyle bir formül bulmuşlar, asgari üç kuşak o şehirde yaşamış olmak şehirli olmak için önemli. Yani baba, oğul, dede orada doğmuş olmak. İstanbul’da da üç kuşak doğmuş, yaşamış olanlar ben İstanbulluyum diyebilir. İstanbullu olmak, Süleymaniye nerede, İstanbul’un önemli noktalarını neresi bilmek, denizi görmek, martıları uçurmak şehirli olmak böyle bir şey.
Mehmet Kamil Berse’nin ailesinin göç öyküsünü bizlerle paylaşır mısınız?
Benim ailem Kırımlı. Kırım ilk 1783 yılında Ruslar tarafından ilhak edildi. 1960 larda Ukraynaya verildi .2014 yılında Ruslar tarafından Ukrayna’dan alınıp tekrar ilhak oldu o tarihe kadar Kırım neresi diye sorduğunuz zaman Türkiye’de birçok insana, eğer alakası yoksa bilmiyorum nerede doğuda mı diye sorarlardı. Maalesef Kırım’ı tanımazlardı. Kırım bizim devlet hayatımızda da önemli bir yer tutar aslında. Osmanlı Devleti’nin sağ kanadı Kırım’dır sol kanadı Kıbrıs’tır. Osmanlı yükselme devrine bu iki önemli coğrafi bölge ile birlikte gelmiştir. Çünkü stratejik nokta Anadolu’dur ama bunlara destek veren kanatlar Kırım ve Kıbrıs’tır. Kırım’da yaşayan bir geçmişim, dedelerim, atalarım var ama bunlar 1853 yılında Osmanlı Rus Savaşı başladığında Osmanlı zayıf bir zamanında bu savaşa yakalandı. Kırım’da o savaşta Ruslar Müslüman Türk gençlerini de askere almak istediler; tıpkı şimdi Rusların Ukrayna’ya karşı savaştırmak üzere Müslümanları kullanmak istedikleri gibi. O dönemde büyük dedemin de yetişmek de olan iki oğlu var, biri 15 biri 18 yaşlarında, onları askere çağırmışlar. Dedem orada bir tarikat mensubu yani bir Nakşi Tekkesi var oraya gidip gelen birisi, gidip şeyhine soruyor: “Benim çocuklarım Osmanlı askeri olarak şehit olacaklarsa orada şehit olsunlar. Ben hicret etmek istiyorum. Rus askeri yapmam çocukları.” Diyor. Onun üzerine şeyhi de: “Doğru düşünmüşsün, hicret etmende bir mani yoktur. İstanbul’a gidersen Topkapı’da falanca tekkede falanca zat var. Ona şu mektubu götür.” Diyor. Cebinden beyaz bir kağıt çıkarıyor kağıtta bir şey yazmıyor. Büyük dedemizin fayton atölyesi var. Atölyesinden iyi bir fayton iki tane at hazırlıyor, eksiklerini tamamlıyor, alacakları eşyaları alıyor, yola çıkıyorlar. Büyük dedemiz var, eşi var büyükanne diyelim, iki tane oğlu var bir tane de kızçeleri var on bir yaşlarında yola çıkıyorlar. Hedefi o zaman balıkçıların şehri olan Odessa’ya gidip bir balıkçı teknesi le Türkiye’ye gelmek. Tabii yola çıkarken komşularından da iki araba hep beraber birbirlerine destek olmak için üç araba gidiyorlar. Kırım İstanbul karayolu ile 1300 km. o günün şartlarında yollar nasıl bilmiyoruz. Odessa’ya varıyorlar. Odessa’da savaş bütün hızı ile devam ediyor, anlıyorlar ki oradan herhangi bir şeye binemeyecekler. Kimseye yakalanmadan yola devam ediyorlar. İlk durakları Ozi Kalesi, o zaman daha Osmanlı’ya ait. Bir süre dinleniyorlar. O dönemde Romanya, Bulgaristan Osmanlıların elinde. Romanya’da Köstence şehrinde bir süre kalıyorlar. Bu bahsettiğim aks Kuzey Türklerinin göç ettiği yollar. Kuzey’den geliyorsa, Kırım, Odessa, Köstence, Varna, Edirne artık İstanbul ve Anadolu. Kafkaslardan geliyorsa Bakü, Tiflis, Kars öyle geliyorlar.
Aile Edirne değil İstanbul’u tercih ediyor?
Evet. O dönemde hayatın akışında şöyle bir şey var, Rusların hedefi hep İstanbul’u almak. Ama İstanbul’dan önce ne var, Bulgaristan’ı ele geçirmek, Edirne’yi ele geçirmek ki yaptılar bunu. Korkunç İvan, 1553 tarihinde Kazan Hanlığını büyük hilelerle ele geçiriyor. Kazan’ın içindeki güç, para sahiplerini ben size daha fazla destek veririm diye baş kaldırtıyor, şehri onlar teslim ediyorlar. Kazan’ı teslim ettiklerinde Ruslar geliyor, Müslüman kalmak isteyenleri kılıçtan geçiriyor ya da Hristiyan olacaksınız diyor, bir kısmı Hristiyan oluyor. Korkunç İvan Kazan şehrine ayak basınca diyor ki: “Yüz sene sonra Konstantinopol’un intikamını aldım.” Diyor. Halbuki Konstantinopol ile Rusların ne alakası var ama Ortodoks düşüncesi.
Kırım’dan İstanbul’ a yolculukta neler yaşıyorlar?
Köstence’de daha önce hicret eden akrabaları veya soydaşlarının kaldıkları yerlerde kalıyorlar. Onların misafirleri oluyorlar. Meslek arabacılık, faytonculuk olduğu için orada bir yerde çalışıyorlar, para kazanıyorlar yol boyunca para lazım tabiî ki. Köstence’de bir yıl kalıyorlar. Küçük kızlarının hasta olması nedeniyle de burada kalıyorlar. Köstence’de kaldıkları sürede kızlarının hastalığı ilerliyor vefat ediyor. Kızlarını Köstence’de sırlıyorlar sonra yola devam ediyorlar. Varna’da uzun bir süre kalıyorlar. Yolculuğa dayanamayan hanımannemiz de Varna’da vefat ediyor. Edirne’ye gelmeden, bugünkü Bulgar sınırları içinde bir yerde de oğlu hastalanıp vefat ediyor. Abdullah dedem küçük oğlu Mehmet ile tek kalıyor ve Edirne’ye ikisi geliyorlar. Acılara bakın. Göçün insanlarda yaptığı etkiye bakın. Abdullah dede, Mehmet dede ile Edirne’ye gelince daha önce Kırım’dan gelmiş bir ailenin kızı ile evlendiriyor, çünkü yalnız kaldılar. İstanbul Topkapı’ya geliyorlar. Benim ismim de oradan gelir Mehmet benim dedem. Abdullah dedem, Topkapı Pazartekke’deki Ali İhsan Efendi’ye geliyor, cebinden mektubu çıkarıp veriyor, aslında içinde bir şey yazmıyor. Ali İhsan Efendi: “Biz seni takip ettik, başına gelenleri de biliyoruz. Başınız sağolsun. Buyurun bu kapı sizin istediğiniz kadar kalabilirsiniz. Kalacak yer buluruz size.” Diyor. Sanatkâr olduğu için daha önceden aileden biri yine Topkapı’ya gelip orada marangoz dükkânı açmış onun yanında marangozluk yapıyor. Onun yanında bir dükkân buluyorlar fayton atölyesi açıyorlar, faytonculuk yapmaya başlıyor, geçimini temin ediyor. Faytonculuğu yıllarca yapmışlar. Mehmet babası ile birlikte çalışıyor ve iki erkek evladı oluyor. Büyük oğlu İdris, küçük oğlu Ömer. Çocuklar büyümeye başlıyor, yeniden savaş çıkıyor. Plevne Savaşı’na bizim Mehmet dedeyi çağırıyorlar. Mehmet dede genç o zaman. Hedefi oydu ya babası Abdullah dede seviniyor: “Benim oğlum Osmanlı askeri oluyor.” Diye. Plevne Müdafaası sırasında şehit oluyor.
Çok etkileyici söylediği kader olmuş…
Kader olmuş. Ben askeri arşivden bilgilerini buldum. Abdullah oğlu Mehmet diye geçiyor. Plevne’de şehit olmuş. İki torun dede ile kalıyor. Dede çalışıyor, torunlar büyüyor, dedelerine yardım ediyorlar. Büyük torun dedeye fayton atölyesinde yardım ediyor. Küçük torun başka bir meslek sahibi olsun diye marangozun yanına verilir. Marangoz çırağı olan benim babam. Sonra hayat devam ediyor. Nihayetinde şehre bu şekilde yerleşiyorlar. İstanbullu olmaya çalışıyorlar. Büyük dede bir taraftan hem çalışıyor hem de Ali İhsan Efendi’ye gidiyor, tedrisatını tamamlamaya çalışıyor.
Sonraki yıllarda İstanbul’da babanıza tesir eden size naklettiği bir olay var mı?
Rahmetli babam anlatır, İstanbul yangınlarında Vatan Caddesi Laleli’ye kadar yanıyor. Hani bazı fotoğraflar görürüz, harabe vaziyette sanki Şam’ın bombalanmış hâli gibi. Aslında yangın sonrası İstanbul’un hâli bu yangınların rakamlarını aldım ben. İtfaiye kaynaklarında var. Kiminde 1500 ev yanmış kiminde 3000 ev yanmış. En ağırı da Cibali Yangını, Cibali yangınlarında 4500 ev yanmış.