Yusuf Özkan Özburun’la İnsanın On Psikolojik Hapishanesi üzerine konuştuk

İnsanın en önemli sorumluluğunun kendini tanıması ve insanlaşması olduğunu ifade eden Yusuf Özkan Özburun gelişimin önünü tıkayan çıkmazları “İnsanın On Psikolojik Hapishanesi” başlığı altında toplayarak özünden uzaklaşan insanın bilincine sesleniyor. Mütefekkir Yusuf Özkan Özburun insanı hapseden bu çıkmazları tanımladıktan sonra değişimin mümkün olduğunu ifade ediyor ve formüller sunuyor.

Anlamsızlık hastalığı olarak da tanımladığınız nostalji ve melankolik saplantı hepimizin uzaktan ya da yakından tanıdığımız bir duygu biraz açar mısınız?

İnsanın 4. hapishanesi nostalji ve melankolik ruh haline saplanmaktır.  Hüzün hastalığı olarak da bilinen melonkoli geçmişte yaşamak ve geçmişten bu güne gelememek, buna bağlı olarak da anlam bulamamaktır,  yani anlamsızlık hastalığıdır. Şimdi ve buradayı anlamlandıramayan insan geçmişe saplanıyor, geçmişte de anlamsızlıklarla karşılaşınca melankoli ortaya çıkıyor. Derin anlamlar bulamamak insanda çok büyük yoksunluğa sebep oluyor.

Geçmişte yaşayan insanlar sanırım buradan kendilerine neşe veren şeyleri değil hüzün veren şeyleri çekiyor ve hüzünde kalmayı seçiyorlar, bunu neye dayandırıyorsunuz?

Hüznün bir kısmı hüzündür bir kısmı ise kederdir, insanı yükselten hüzünler vardır bir de beline bağladığı taşlar gibi denizin dibine doğru çeken kederler vardır. Hüzünlenirsiniz ve olumsuz düşüncenizi mide bulantısı gibi istifra edersiniz hüzün onu yapar, sizdeki yanmış hatıraları çıkarmanıza ve onlardan kurtulmanıza yardımcı olur. Hüznün ulvi bir tarafı vardır keder ise geçmişin bataklığından çıkamamak,  bir hikâyeye takılıp kalmaktır.

Nostalji burun sızlaması demektir burnumuzun sızlatan melankolik bir dünyada keder içinde boğuluyoruz. Bu anlamsızlık hapishanesinin içinde melankolik bir vaziyette ömrümüzü heder ediyoruz. Bu durumdan kurtulabilmek için şimdi ve buradayı yaşayabilmemiz lazım. O anda kiminle beraberseniz o dünyanın en iyi insanıdır, o anda hangi mekânda iseniz o dünyanın en iyi mekânıdır o anda hangi zamanın içindeyseniz o en iyi zamandır. Bu hamlıktan olgunluğa geçişin mantığıdır ve biz dünyada bunun için varız, her şey bize o yüzden hizmetkâr kılınıyor, hizmetkârlık deyince de insana bir efendilik rolü biçiyoruz… Bunu nereden çıkardınız? Biz emanetçiyiz, her şey bize emanet olarak boyun eğdirildi. Emanetin bilinci ağırlığı kolay bir şey mi?  Eğer buradan kendinize bir efendilik payesi çıkarırsanız narsist yanınızı besler ve hayvanı istediğim gibi keserim, doğayı istediğim gibi kullanırım anlayışı ile hareket edersiniz.  Din bizi davranışların takıntısına sevk eden jandarmalığa dönüşürse ıstırap haline gelir ve bu stres yapar, gerilim yapar, delilik yapar ve siz bu mecnunluğun adını evliyalık falan da koyabilirsiniz. Din bizi bütün kâinatla, bütün evrenle barıştıran ve hürleştiren bir ses olmalıdır. Din hürriyettir, kâinatla barışmaktır ve her şeye anlam katmayı öğrenmektir. Nostalji ve melankolik saplantının hapishanesinden çıkabilmek için varlığa şimdi ve burada eksenli bakabilmek gerekir, bu insanı hürleştirir.

Beşinci hapishane zihinde yaşamaktır:  Zihinde yaşamak dünyayı sadece entelektüel kavramsal yapılardan, zihinsel soyutlamalar ve kavramalardan ibaret görmek ve dünya ile irtibatı kesmektir. Zihninde yaşayan adam zihninin fildişi kulesinden çıkamıyor ve hayatı pratik olarak yaşayıp algılayamıyor, yeni yapılan mescide kerpiçten tuğla taşıyan peygamberi anlatıyor ama kerpicin ne olduğunu bilmiyor. Zihninde kavramsal tokuşturmalar yapıyor ve hayatını bu şekilde sürdürüyor. Buna şizoidal yapı deniyor. Zihninizde kurduğunuz bir dünya var ve dış dünyadan kendinizi izole edip dünyayı sadece soyut kavramsal analizlerden ibaret sanıyorsunuz, pratikle bağınız yok… Ağaca sarılmıyorsunuz, gökyüzüne bakmıyorsunuz, fiili beceriler noktasında kendinizi kesmişsiniz ve şizoidal bir yapılanma örmüşsün. Şizoidal yapı bir hapishanedir buradan kurtulmak için sahaya inmeli hayata dokunmalısınız.

İlmi sahada söz sahibi olan şahsiyetlerin genellikle belli mekânlarda toplandıklarını ve sahaya inmekten kaçındıklarını görüyoruz bunu biraz açar mısınız?

Bu alimin mizacına göre değişebilir,  sahaya inen entelektüeller de var tarlada çalışanlar da var. Bende otuz yaşıma kadar şairane bir dünyada yaşadım otuz yaşımdan itibaren çizgimi değiştirdim. Bu değişimde nazari hikmet ameli hizmete yaklaştırılmalıdır sözünün büyük etkisi oldu. Öğrendiğim nazari bilgiler mutlaka hayatla buluşmalı,  ameli hikmet davranışa yönelik hikmetle birleşmeliydi.  Otuz yaşına kadar yaptığım işlere şu an baktığımda soyutlamaların, felsefi yorumların,  Neitzsche ve Heidegger, Sokrates’e Molla Sadara’ya varan analizlerin olduğunu görüyorum.  Böyle bir dünyanın içine doğdum ben sonra bilgeliğin sadelikte olduğunu gördüm ve hayatın içine karışmak ve hayatı doğrudan yaşamak gerektiğini öğrendim. Kırk yaşımdan sonra çiftçilik öğrendim, elli bir yaşındayım ve köyümde atamdan kalan bahçeye gidip bağı buduyorum, bahçeyi tanzim ediyorum. Kavanozda yaşayan adam olmaktan çıkmamız lazım ki, bu bir tür entelektüel hapishanedir, zihinsel hapishanedir buradan kurtulmamız lazım.

Altıncı hapishane kuşku ve güvensizliktir: Çağımız kuşkuyu, güvensizliği, paronayayı arttıran bir çağ dolayısıyla karşılaştığımız her şeye karşı bir emniyetsizlik hissi taşıyoruz. Ekonomik kaygılar, felaketler, doğal afetler kapıda gibi ifadeleri gündemde tutan ve evhamımızı körükleyen bir yayın üslubu var. Allaha güven itimat duygusu, tevekkül kökünden sarsılmış, insanlar kontrolü kendileri sağlamaya çalışıyor, bunları yapamayınca da boşluğa düşüyorlar. Bir kirpiğinin düşmesine engel olamayacağını görmenin hırçınlığı vardır insanlarda ve bu durum bir hapishaneye dönüşüyor. Buradan kurtulmanın yolu güven ve emniyeti geliştirecek bir ruh halini kuşanmaktan geçer. Çocukluğumda yaşadığım bir olay var, bu çok fazla tekrarladığım bir örnektir.  Ankara’da yaşıyorduk ve arkadaşlarımla tren raylarının bir metre ötesinde çukurlar kazar, misket oynardık.  Tren yanımızdan büyük bir gürültüyle geçerdi fakat hiç korkmazdık, oynamaya devam ederdik. Biliyorduk, bu trenin bir kullanıcısı vardı, bir rayı vardı,  bir sistemi vardı ve bu trende akıllı bir irade vardı buna dair kendiliğinden apriori güvenimiz oluşmuştu ve korkmuyorduk. Neticede insan dünyaya sonsuza kadar yaşamak için gelmiş bir varlık değil, dünya bir demodur, beta sürümdür asıl sürüm değil, biz atmış, yetmiş yıllık bir ömür için var olamayız, buradan sonra başka bir hayatın var olması gerekir, yazılım donanım bunu gösteriyor. Belli ki bizim sonumuz olmayacak öyleyse kâinatın bir düzeni, bir sahibi var tedbirini alacaksın gerisini Allah’a bırakacaksın ki en nihayetinde ölürüz, zaten her daim ölüyoruz, her an bir parçamızı gönderiyoruz… Güven duygusunu beslemek ve bunu sosyal ilişkilere yaymak gerekir.

Yedincisi hazcılık hapishanesidir. Hazcılık hayatı ye, iç eğlen olarak görmektir ve bu bir hapishanedir. Yeme hazzı, içme hazzı ve cinsellik hazzının vahşice tüketildiği bir çağdayız. Cinsel hazlara ulaşımın hızlanması cinselliği cazip olmaktan çıkarıyor. Kadın erkeğin bu kadar lakayt olmasının nedeni bu olabilir. On beş yirmi yıl sonra evliliği konuşamaz hale gelebiliriz ki, oraya doğru gidiyoruz.

Cinsel hazlara çok çabuk ulaşılıyor, hızlı tüketiliyor, çeşit sanal anlamda da çok fazla sunuluyor, bu insanlarda tatminsizliğe yol açıyor.  Cinsellik mahremiyetle beslenen bir şeydir, insanın gizemli bir tarafının olması lazım, gizemli kalması lazım ki arzu devam etsin yoksa bütün toplum çıplaklar toplumu olsa insanlar birbirlerine ilgi duymazlar.

Maddi hazların hapishanesinden kurtulmak için manevi hazları keşfetmek lazım. Gökyüzüne anlamlı bakabilmek, bir eserin bir tarafında durup düşünebilmek, sanat eserleri ile muhatap olabilmek, sanatı, edebiyatı keşfedebilmek ince zevklerdir ve bu zevkler insanda ne kadar az gelişmişse kişi o kadar bedevidir.

Sekizincisi güç ve hâkimiyet hapishanesidir:  Bize gençlik yıllarımızda hep “makul Müslüman güçlü Müslümandır, biz hep ezilecek miyiz kardeşim, biz güçlü olacağız, biz hâkim olacağız” dediler. Peki, hangi güç bu? Zehirli güç de vardır… Paylaşılmayan servet zehirleyen bir güçtür, servet paylaşılmadığında toplumda karmaşaya sebebiyet verir, şehvet gücü kontrol altında tutulmadığında insanı yoldan çıkarır, siyaset gücü erdem, hakikat ve hikmetle buluşmazsa çeteleşme olur.

Dokunucusu atalet, durağanlık hapishanesidir: Atalet hapishanesi durağanlığı, tembelliği ifade eder. Bu erdeme çalışma, kendini geliştirme, kemale yürüme, duygularını çalıştırma, sağlıklı bir düşünce sistemi ile kabuğunu yenileme ve davranışları harekete geçirme konusunda tembel olmaktır. Kişi iş yerinde çok çalışkandır belki ama erdem için çalışma noktasında tembeldir ki, bu kapitalizmin bir tuzağıdır. Bu anlayış çalışma alanını daralttı ve çalışmayı sadece iş konusunda performans göstermeye indirgedi. Çalışma kavramının yüceltilmesine dikkat çekildi oysa bir de kalbe, zihne, aileye, doğaya, ibadete çalışma vardır… Elli tane çalışma kavramı neden sadece iş hayatındaki çalışmaya indirgendi, bunun üzerine düşünmemiz lazım.

Onuncusu sahip olmak için yaşamaktır: Eserlerini okuduğum ve kendime örnek aldığım Eric Fromm Sahip Olmak ya da Olmak adlı kitabında iki türlü insan varoluşundan söz eder; sahip olmak için yaşayanlar ve olmak odaklı yaşayanlar. Sahip olmak için yaşayanlar için hüsran kaçınılmazdır, Asr süresini bu çerçevede okuyabilirsiniz. Bilgiye sahip olmak istersiniz ama açıldıkça acziyetinizin farkına varır ve ne zavallı olduğunuzu görürsünüz. Zevke sahip olmak, mala mülke sahip olmak için çaba göstermek insani hapseder, önemli olan olmak eksenli yaşayabilmektir. Olmak odaklı yaşayan insan fark eden, anlayan insandır ve bu kişi hayatın özüne inmek ister. Fakat insanların çoğu sahip olmak odaklı yaşarlar ve hapishanededirler azat olmak için olmaya çalışmak lazımdır.

Son olarak İttifak Gazetesi okurlarımıza neler söylemek istersiniz?

Bizim bütün çabamız “ben” olabilmek yani insan olabilmektir. İnsan olmanın seviyeleri vardır en alt seviyedeki yiyen, içen sadece arzularını tatmin eden bir varlıktır. Ruhun alanı ise çok üst bir mertebedir… İnsanlık bin katlı bir gökdelen gibidir o gökdelenin bodrum katında fare gibi yaşayabilirsiniz de salon, market lavabo arasında bir hortum da olabilirsiniz insanlığın ufuklarında, gökyüzünün zirvelerinde de olabilirsiniz. Biyolojik seviyede kalmak insan için başlı başına bir hapishanedir. İfadelerimi Namık Kemal’e ait olan bir söz ile tamamlamak istiyorum: Yüksel ki yerin bu yer değil dünyaya gelmek hüner değil. Bu sözü kendimize hep söylemeliyiz.