Kültür Tarihçisi Yazar Dursun Gürlek: “Bu şehrin ağlayanı dahi bahtiyardır. İstanbul mübarek bir şehirdir, ne mutlu bize ki böyle mübarek bir şehirde yaşamanın manevi zevkini tadıyoruz” dedi.

Kültür tarihçisi, yazar Dursun Gürlek ile çocukluk yıllarından başladık, okuma tutkusunu, tesirinde kaldığı hocalarını, gençlere tavsiyelerini konuştuk. Bir İstanbul beyefendisi olan Kıymetli Dursun Gürlek hocamız ile öznesinde tarih, edebiyat, kültür ve tabii ki İstanbul olan röportajımızı siz değerli okurlarımızın ilgilerine sunuyoruz: 

Nisan2016 7577

Kıymetli Hocam; Osmanlıca dersleri, söyleşiler, kültürel faaliyetler, gün herkese 24 saat sizin bir gününüz nasıl geçer? 

Başta Osmanlıca dersi olmak üzere yapmış olduğum bütün faaliyetlerde beni teşvik eden bir husus var; onun da adı yaptığım işi sevmektir. Evet; görevimi, işimi, dersimi sevdiğim için meşguliyetimin fazla olması beni rahatsız etmiyor. Bir günüm çok yoğun geçiyor. Şahsıma ayıracağım vaktim yok dersem doğruyu söylemiş olurum. Sabahleyin evden çıkar çıkmaz dersimle sohbetimle zihnim sürekli meşgul oluyor. 

Okuma tutkunuz ilk nasıl başladı, çocukluk yıllarınız öğrencilik dönemlerinizi bizlerle paylaşır mısınız? 

Çocukluğum çok güzel ve neşeli geçti. Evvela ilkokul birinci sınıfa kaydolmadan önce ben okuma yazmayı öğrenmiştim. Benden önce okula giden mahallemizin çocuklarından sorarak efendim köy evimizin duvarlarına çizerek, o duvarlara resimler yaparak, yazılar yazarak normalde zaten okuma yazmayı öğrenmiştim. Dolayısıyla birinci sınıfta okuma yazmayı hemen hemen sökmüştüm. Hatta mahallemizin yaşlı insanları okumam iyi olduğu için; özellikle kış gecelerinde evlerine davet ediyorlardı. Onlara halk kitapları dediğimiz halkın kolay anlaması için sade bir Türkçe ile yazılan kitapları; mesela Hz. Ali cenkleri, Battalgazi hikâyeleri, Yunus Emre ilahileri, Köroğlu, Karacaoğlan gibi şairlerin şiirleri, Ahmediye, Muhammediye gibi dini muhtevalı kitaplar okurdum. Saatlerce okutur dinlerlerdi, hatta o kadar heyecanla dinlerlerdi ki Hz. Ali’nin savaşlarda yaptığı kahramanlıkları onlara okurken bazen gözyaşı döker, ağlarlardı. O yaşlı insanların böyle heyecanlı bir şekilde kitap okutturmaları ve dinlemeleri benim de okuma sevgimi ve okumaya olan muhabbetimi artırdı. Dolayısıyla onlara şükran borçluyum. İlkokulu böyle bitirdikten sonra tabii ki bende İmam Hatip okuluna kaydolma arzusu vardı. Ailem biraz muhalefet etti; “Evin tek çocuğusun sen de okumaya gidersen bağ, bahçe, tarla işlerine kim yardım edecek.” Sırf bu noktadan yoksa tabii ki okumamı istiyorlardı. Ben direttim, bir sabah erkenden kendi kendimi Tokat’a giderek kayıt ettirdim. Daha işin başlangıcında böyle maceralı okuma hayatımız oldu. O gün okumaya karşı ilgim ne ise bugün de aynıdır.  Eksilme olmamıştır; hatta fazlalaşmıştır. Çünkü zaten dinimizin gereğidir. Efendimiz, “İlim kadın erkek her Müslümana farzdır ve beşikten mezara kadardır” buyuruyorlar. Maalesef bugün İslami kesim okumanın ehemmiyetini ve Kuran’ın emrolunduğunu yeteri kadar idrak etmiş değildir. Dolayısı ile nerede kitap görsek, nerede bir okuyan insan görsek, nerede bir kültürel faaliyetle karşılaşsak biz mutlu oluyoruz. Çünkü bu dünyaya kitap medeniyetinin hüküm sürdüğü bir zamanda gelmişiz. Osmanlı medeniyeti aynı zamanda bir kitap medeniyetidir. Ve bütün kitaplar; kitaplar kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in daha iyi anlaşılması için yazılmıştır dersek bir doğruyu söylemiş oluruz. 

H U L 1

Tesirinde kaldığınız Hocalarınız ve unutamadığınız hatıralarınızdan birini lütfeder misiniz? 

 Tarihi, edebiyatı, diğer bir takım dersleri sevdiren hocalarımız oldu. İmam Hatip okulunda tarih derslerini sevdiren Cemal Bey Hocamız vardı ki; dersini kuru bilgiler vermek sureti ile değil anlattıklarını bizzat kendisi yaşıyormuş gibi anlatırdı, heyecanlanırdı, espri yapardı, bazen öfkelenirdi. Mesela II. Viyana Savaşı’nın yenilgisini anlatırken Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya fena halde öfkelenirdi. Yahut Mohaç Meydan Muharebesi’ni anlatırken Kanuni Sultan Süleyman ile birlikte sanki kendisi de savaş meydanında kılıç sallıyor gibi heyecanlanırdı. Böyle olduğu için de bize de tarihi sevdirdi. Dikkat edilirse zaten böyle hocalar ile okul bittikten sonra da ilişkiler devam ediyor. Edebiyat dersini de bir hocamız sevdirdi, diğer derslerde de böyle hocalarımız vardı. Zaten bana sorarsanız hoca kimdir; dersi sevdirendir dersi veren değil. Hakkı ile verebilmesi için dersi sevdirmesi lazım. Üniversite hayatında da Türk Dili Edebiyatı bölümünü bitirdim. Eski Türk Edebiyatı derslerine gelen Mehmet Ali Tanyel hocamız vardı; Behçet Necatigil’in iyi arkadaşı, rahmetli Prof. Dr. Mehmet Çavuşoğlu ile birlikte Zati Divвnı başta olmak üzere birçok divânı neşretmiştir. Eski Türk Edebiyatı uzmanı idi. Edebiyata olan merakımızı bunlar daha fazla tahrik ettiler. 

Dursun Gürlek 4

Sizin sohbetleriniz ilgi görüyor. Kürsü ve Salon Müdavimleri yazılarınızda hatiplikle ilgili nükteli örnekler var. İyi bir hatip olmak için çok çalışmak yeterli mi, yaratılıştan gelen kabiliyetler yaşam tarzının etkisi nedir?

Bunu iki türlü cevaplandırmam lazım. Her insanın yaratılıştan gelen bir kabiliyeti veya birkaç kabiliyeti vardır.  Zamanla küllenmiştir ama biraz deşelerseniz ortaya çıkar. Hitabet meselesine güzel konuşma meselesine gelince ben buna çok dikkat ediyorum. Hocalarımızdan bazılarının tavsiyelerini tuttum. Tavsiyelerinden biri şu idi mesela; beğendiğiniz bir kitabı her gün beş dakika, on dakika veya on beş dakika sesli olarak okuyunuz. Ben bunu uyguladım. Size garip gelecek ama halen sesli kitap okuduğum bir zaman dilimi vardır. Bu insanın konuşmasının düzelmesinde son derece etkili bir yöntemdir. Ama Türkçesi güzel olan bir kitap okuyacaksınız. Örnek vermemi isterseniz; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehri, Yahya Kemal Beyatlı’nın Aziz İstanbul’u, Nihat Sami Banarlı’nın Tьrkзenin Sırları sadeleştirilmemiş kitapları orijinal şekli ile sesli olarak ve sürekli okursanız sizin de hitabetiniz konuşmanız güzelleşir. 

Efendim bir okyanus olan edebiyat ve tarihin henüz kıyısında olan gençlere önerileriniz nelerdir? 

Henüz kıyısında ise yüzmeyi öğrenmesi lazım. Yüzmeyi öğrenmekte biraz cesaret işidir. Ama cesaretin çıtasını fazla yükseltirseniz boğulma tehlikesi vardır. Onun için dikkatli olmak lazım. Bir büyüğümüzün dediği gibi yavaş yavaş acele etmek gerekiyor. Yani böyle bir okyanusun kenarında duranlar tedbirli olarak yüzmeyi öğrensinler. Yani ilimleri tasnif ederek, kısımlara ayırarak, bölümlere ayırarak ve ilgi alanına hangi ilim dalı giriyorsa ondan başlayarak kendilerini yetiştirsinler. Tarihçi mi olacak, edebiyatçı mı, şair mi, araştırmacı mı ilgi alanlarına göre kendilerini ayarlasınlar. Ama benim saham budur diğer konular beni ilgilendirmiyor da demesinler. Soframızdaki yemeğin çeşitliliği ne kadar fazla olursa o kadar zengin bir sofraya oturmuş olmuş oluruz. Sofra ne kadar zengin olursa olsun ana yemek birdir. İşte bu ana yemek uzmanlık alanımızdır. Çeşitlilik iyidir. 

Osmanlı, İstanbul, Klasik Türk Müziği ve Tasavvuf Müziği birbirinden ayrı düşünülemez müzik ile ilgilenir misiniz? 

Müzik ile sadece dinlemek sureti ile ilgiliyim. Türk Sanat Musikisi’ni çok severim. Radyom sadece TRT Nağme’ye ayarlıdır. Mesela çalışırken ses istemem müzik dâhi olsa ama TRT Nağme’yi çalışırken dâhi dinliyorum. Ama bir çalgı aleti çalıyor musunuz derseniz cevabım hayır olur. 

Bir yazarın kitabına başladığı an sevgiliye kavuşma anı gibidir. Son noktayı koyduğunuzda o bitiş size ayrılık hissi veriyor mu bu konudaki hissiyatlarınızı bize lütfeder misiniz? 

Ayrılık hissi vermiyor, çünkü kitapla ayrılık birbiri ile çelişkili bir durum ortaya çıkarıyor. Medeniyetimiz kitap medeniyeti. Biz bu dünyadaki Allah’ın bize verdiği hayatı kitapla geçirmeye mecburuz, memuruz. Kitaplı bir hayat yaşarsak öyle tahmin ediyorum ki öbür dünyada da kitabımız sağ elimizden verilecektir. 

H U L 2

Daha ziyade birilerine ulaştırma heyecanı diyebiliriz… 

Tabii ki. 

Kitap çalışmaları esnasında eserinizi destekleyecek materyalleri bulmakta zorluk çektiğiniz dönemler oluyor mu? 

Çok fazla zorluk çekmiyorum. Bu bir övünme değildir, iftiharla söylerim ki zengin bir kütüphanem var. Kaynak olarak onları kullanıyorum. Orada bulamadığım kaynakları da İstanbul bir kütüphaneler şehridir; Beyazıt Devlet Kütüphanesi başta olmak üzere benim ikinci adresimdir kütüphaneler. Eski kitapçılar, sahaflar… Yani hayatımın yarısı masa başında geçiyorsa yarısı da kitapçıları, sahafları, kütüphaneleri dolaşarak geçiyor. Bu en az kırk seneden beri devam ediyor. 

Siz birçok gencin ulaşmayı hedeflediği bir noktadasınız. Bizlerin düşünemeyeceği bulunduğumuz konumun ötesi nedir, bundan sonrası için hayalleriniz… 

Günümüz gençlerinin dünkü medeniyetimizi iyi öğrenmelerini istiyorum. Yüzeysel kalmasınlar derinlere dalsınlar. Özellikle yakın tarihimizi iyi öğrensinler. Yaşadıkları zaman çok meşhur olan öyle şairlerimiz, öyle yazarlarımız, öyle bilim adamlarımız var ki bugün maalesef onlar unutulmuş. İşte bu unutulan değerleri yeni yetişen gençlerimiz araştırsınlar, incelesinler, öğrensinler ve bunları kendilerinden sonra gelen nesillere aktarsınlar. Mahir İz hocamız vardır mesela; Osmanlıca dersi vereceği zaman kendisine sorarlar: “Efendim bunun ücreti nedir, ne kadar ücret ödeyeceğiz?” 

Cevabı, “Ücreti şudur, benden Osmanlıca öğrenen bir talebe en az on kişiye öğretecek, şartım bu yoksa bildiğiniz manada ücret istemiyorum.” 

Nesilden nesile devam etmesi için biz de bunu kendimize prensip edinelim. Mahir İz hocamız gibi, Muallim Cevdet gibi, Ali Emiri Efendi gibi, Babanzade Ahmet Naim gibi, âlim, arif, mutasavvıf insanları gelecek nesillere tanıtmayı gençlerimize tavsiye ediyorum. Ama önce kendilerinin tanıması gerekiyor ki, etrafına ışık vermesi için önce kendisinin ışık olması gerekiyor. 

İstanbul ve kitapla geçen her vakitte mutlusunuz sanıyorum, mutluluk desem ilk aklınıza ne gelir? 

Tabii ki değil kitap kâğıt görünce bile mutlu oluyorum. O kadar çok ki hangisini paylaşayım. Efendim şu Osmanlıca derslerinde talebelerimle karşı karşıya gelmek beni en fazla mutlu eden hususların başında geliyor. 

Röportajımızın sonunda İstanbul desem kelimelere sığması mümkün değil belki ama sizin için İstanbul’u özetleyen üç kelime ne olurdu? 

İstanbul’u özetleyecek üç kelimeyi bana sorarsanız ben yine şehir ismi ile cevap vereceğim. Mekke, Medine, İstanbul. Peygamberimiz Mekke’de dünyayı şereflendirdi, Medine’de ahireti şereflendirdi, en sevdiği sahabesini de İstanbul’a gönderdi. Dolayısı ile İstanbul da Mekke, Medine, Kudüs gibi mukaddes bir şehirdir. Nitekim Necip Fazıl, Yahya Kemal gibi şairlerimiz Mehmet Akif gibi şairlerimiz aynı zamanda birer İstanbul şairidir. 

“Ana gibi yar bulunmaz İstanbul gibi diyar, güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar” diyor Üstat. Evet, bu şehrin ağlayanı dahi bahtiyardır. İstanbul mübarek bir şehirdir, ne mutlu bize ki böyle mübarek bir şehirde yaşamanın manevi zevkini tadıyoruz.