Bu yazıya biraz iddialı bir cümle ile başlamak istiyorum. Gerek İstanbul’da gerek diğer tarihi şehirlerimizde bulunan Osmanlı camileri yerli halktan, yani bizzat cami müdavimi olan kimselerden daha çok turistler ile yazarların, tarihçilerin, edebiyatçıların ve şairlerin dikkatini çekiyor. Yabancı turistlerin özellikle selatin camilerini büyük bir alaka ile gezmeleri, ellerindeki ve önlerindeki rehberlerden sık sık bilgi almaları, duydukları büyük hayranlığı ve ilgiyi zaten gösteriyor.

Tarihçilere, özellikle sanat tarihçilerine gelince onlar da meslekleri icabı İslam mimarlık sanatının bu abide eserlerini dikkatli bir gözle inceliyorlar. Oktay Aslanapa, Turgut Cansever ve Semavi Eyice gibi isimler bu sahanın uzmanları olarak biliniyorlar. Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Rıza Tevfik Bölükbaşı gibi büyük şairlerimizin de ecdat yadigârı olan bu şaheser mabetlere duydukları hayranlığı kaleme aldıkları şiirlerinden anlıyoruz. Akif’in Fatih Camii’ni tasvir eden mısraları bir edebiyat harikası olduğu gibi, Yahya Kemal’in 'Süleymaniye’de Bayram Sabahı' adlı şiiri de en az bu muhteşem mabed kadar önem arz etmektedir. Rıza Tevfik’in 'Harap Mabed' başlığıyla Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin hazin manzarasını gözler önüne seren o çok meşhur şiiri ise vefasızlığımızın, ilgisizliğimizin tam bir mersiyesi olarak karşımıza çıkıyor.

Harap mabetler karşısında duydukları üzüntüyü dile getiren, hatta bu haraplığın giderilmesi için tuhaf tekliflerde bulunan romancılarımız bile var. Tam bir üslup ustası olarak tanınan ve bilinen Refik Halid Karay’ı, böyle garip teklifte bulunan edebiyatçılarımıza bir örnek kabul edebiliriz. Mesela 11 Şubat 1947 tarihli Akşam gazetesinde 'Laleli Camii- İlim Minberi' başlığıyla yayınladığı makalenin sonunda diyor ki:

'Laleli Camii açık mıdır? Galiba değildir cemaatsizdir. Zaten biraz aşağısında Valide, yukarısında Bayezit camileri bulunduğuna, ayrıca etrafında daha birçok mescitler yer aldığına göre halka açık tutulması da pek zaruri addedilemez. Acaba bir kısım medreselerden müze olarak faydalandığımız gibi şu Laleli Camii’ni de içinde lüzumlu tadiller yaparak, fakat tarihi şekline ve 'şemail'ine dokunmadan bir yedek konferans binası diye kullanamaz mıyız? Bir camiyi ilim ve edebiyat mevzuları üzerine ciddi konferanslar verilen bir binaya çevirmekte hiçmahzur yoktur. Camiler esasta daima bu işi görmüş, ‘cami dersleri’ denilen tedrisat camilerde yapılmıştır. Hele Laleli mesela vaktiyle Paris’teki Les Annales usulü serbest, lakin tertipli serbest konferanslara dam altı vazifesi görür, öyle bir teşekkül kurulursa ne kadar işe yarar. Beden stadyumlara, fikir konferans salonlarına muhtaçtır.

Geniş bir kubbe altında, binanın üslubuna uygun bir kürsü karşısına geçip rahat ve yine üsluplu sıralarda oturarak konferans dinlemek her halde pek zevkli olacaktır. Laleli Baba gibi caminin kurucusu III. Mustafa’nın ruhu da memnun kalır. Metruk ve muazzam bir binayı mevkiine en yakışan surette şenlendirilmiş görmekten kim haz duymaz.'

İnsan bu satırları okuyunca, Refik Halid Karay’ın da camilere sıra konulmasını, içeriye ayakkabıyla girilmesini isteyen güruha katıldığını sanıyor. Hayır, ünlü romancımız yukarıdaki satırları kaleme alsa bile o kadar ileri gitmiyor. Devrin modasına uyarak, daha doğrusu gaflete kapılarak böyle olmayacak duaya âmin demeye çalışıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse Refik Halid Karay çağdaşı olan bazı aydınlar (!) gibi cami, mescid düşmanı bir adam değildi.

Nitekim Şişli Camii yapılınca ve minarelerinden yükselen ezan-ı Muhammedi’yi duyunca ne kadar sevindiğini yine 22 Ağustos 1947 tarihli Akşam gazetesindeki yazısında dile getiriyor, sonunda da 'nuraniyetsiz koca bir semte nihayet nur inmeye başladı!' diyor. Onun bu tek bir cümlesi bile bize Yahya Kemal’in 'Ezansız Semtler' başlığıyla kaleme aldığı o nefis makaleyi hatırlatıyor. Unutmayalım, büyük şairimizin işaret ettiği ezansız semtlerden biri de Şişli’ydi ve Refik Halid’in ifadesiyle ruhaniyetsiz koca bir semte nur inmeye başlamıştı.

Bir kere daha belirtelim ki, camiyi konferans salonu haline getirmek, sonra da oraya konulan sıralara oturup konferans dinlemek olacak iş değildir. Cami ibadet içindir. Kaldı ki orada beş vakit namaz kılınması, sohbet yapılmasına engel değildir. Ecdadımız bunu çok iyi bildiği için camileri kürsü vaizleriyle, hoş sohbet dersiâmlarla, zaten bir bakıma sohbet meclisleri haline getirmişti. Ne yazık ki, bu güzel gelenek günümüzde o eski ihtişamıyla, intizamıyla devam etmiyor. Mabetlerimizdeki dersiâm maksurelerinin, birden fazla kürsülerin ne anlama geldiğini cami cemaati bile bilmiyor. Demek ki 'cami medeniyeti'ni yeniden ihya etmek gerekiyor.