Kendilerine verilen para, mal ve eşya ödüllerini memnuniyetle kabul edenlerin listesi hayli kabarık, etmeyenler ise azınlıkta kalıyor. Hakkı olan mükafatı almayan seçkin şahsiyetlerden birinin de Mehmet Akif Ersoy olduğunu biliyoruz. Merhum, İstiklal Marşı’na karşılık verilen 500 lirayı, makbuzu kesildiği için mecburen alıyor ve derhal bir hayır kurumuna bağışlıyor. O zamanlar Ankara’da faaliyet gösteren bu hayır müessesesinin adı, 'Dârü’l Mesaî' idi. Fakir çocukların ve kadınların geçimine yardımcı olmak, örgü vesaire öğretmek maksadıyla kurulmuştu.
Yer, ev, yurt anlamına gelen 'dâr' kelimesinin yanına daha başka kelimeler getirmek suretiyle birçok kuruluşun ortaya çıktığını görüyoruz.
Daha çok eskiden kullanılan, bugün ise büyük bir bölümü tarih kitaplarının sayfaları arasında kalan bu isimlerin, kültür dünyamızın önemli malzemelerini teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Mesela konservatuarın Osmanlılar zamanındaki adı, 'Dârü’l Elhan', yani müzik evi idi.
Bugünkü İstanbul Üniversitesine ise o zamanlar 'Dârü’l Fünun' diyorlardı. Fünûn kelimesiyle de sadece fen ilimleri kast edilmiyor, bu söz hemen hemen bütün bilim dallarını kapsıyordu.
Yani yüksek ilimlerin öğretildiği üniversitenin o zamanki adı, 'Dârü’l Fünûn'du.
İstanbul’da ilk defa, 1846 yılında, Divanyolu’nda temeli atıldı. Meşhur astronomi ve coğrafya bilginlerinden Hoca Tahsin Efendi de Dârü’l Fünûn’da bir ara müdürlük (rektörlük) görevinde bulundu.
Cemaleddin-i Efgânî’nin bir konferans esnasında, kullandığı bazı cümlelerden dolayı, Darü’l Fünûn bir süre kapatıldı.
Otuzlu yılların başında 'Dârü’l Fünûn', 'İstanbul Üniversitesi'ne dönüştürüldü. Tarihi kapısının ön ve arka cephesinde bulunan ve ünlü hattat Şefik Bey tarafından yazılan hat örnekleri ise, o yılların bir hatırası olarak günümüze kadar geldi. Ne yazık ki, her gün bu tarihi kapının altından girip çıkan talebelerin, öğretim üyelerinin büyük bir bölümü o yazıları okuyamıyorlar.
Konuyla ilgili birkaçörnek daha verelim:
Eskiden hastanelere 'Dârü’ş Şifa', 'Dârü’l Âfiye', 'Dârü’s Sıhha' gibi isimler veriliyordu. Dârü’ş Şifalar sadece hastane görevini yerine getirmiyor, aynı zamanda buralarda tıp dersleri de veriliyordu, yani Dârü’ş Şifalar, bir nev’i tıp fakültesiydi.
Dersler hem nazari hem uygulamalıydı. Osmanlı padişahları ve hanım sultanları İstanbul’da birçok Dârü’ş Şifalar kurdular. Dârü’l İmkân, Dârı Dünya, Dârü’l Fena, Dârü’l İmtihan sözleriyle de dünya hayatı kast ediliyor.
Ziya Paşa bir şiirinde, 'YâRâb, bu ne dehr-i bî emandır, YâRâb, bu nedâr-ı imtihandır' diyor.
Hadis ilimlerinin okutulduğu dershaneye 'Dârü’l Hadis', Mesnevi derslerinin verildiği mekânlara ise 'Dârü’l Mesnevi' deniliyordu.
İstanbul’da ilk defa 1844 yılında bir Dârü’l Mesnevi açıldı. Murat Molla Dergâhı’nda faaliyete başlayan bu Dârü’l Mesneviyi, devrin padişahı Abdülmecid de ziyaret edip ilk icazet merasiminde icazet alanlara değerli hediyeler verdi.
Eskiden İstanbul’a, ' Âsitane', 'Dersaâdet', 'Belde-i Tayyibe', 'Südde-i Saltanat', 'Konstantiniyye' isimleri verildiği gibi, 'Dârü’l Hilâfe' de deniliyor, bununla da şehrin hilâfetin merkezi olduğu ifade ediliyordu.
Dârü’l Eman, emin olunan, can güvenliği bulunan yer demektir. Dârü’l Eman’a sığınan kimse tecavüzden, taarruzdan, öldürülmekten korunmuş demektir.
Mesela Kâbe, bir Dârü’l Eman’dır. Beytullahın harimine sığınanlar, öldürülmüyorlar, zarar görmüyorlar, orada kendi hallerine bırakılıyorlardı. Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerinin Üsküdar’daki dergâhına iltica edenleri de, hükümet kuvvetleri oradan alamıyorlardı. Dârü’l İslam, dini hükümlerin geçerli olduğu, dini kuralların uygulandığı memleket demektir.
Gayr-i Müslimlerin de burada yaşama hakkı vardır. Can ve mal güvenlikleri devlet tarafından garanti edilmiştir. 'Dârü’l Harp' sözü ise, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında henüz barış antlaşması yapılmamış memleketler hakkında kullanılmaktadır.
İslam’a göre dünya, Dârü’l harp ve Dârü’l İslam diye ikiye ayrılmaktadır.
Peygamber Efendimizin aleyhinde bulunanların toplandığı yerin adı da, 'Dârü’n Nedve' idi ve nifak erbabının buluşma yeri kabul ediliyordu.
İbnülemin Mahmut Kemal Bey, Sahaflar Çarşısı’nda Hulusi Bey’in dükkânının önüne gelip de, içerisinin sevmediği adamlarla, tartıştığı tarihçilerle dolu olduğunu görünce, 'Burayı da Dârü’n-Nedve'ye çevirdiler’ diye söylenirmiş.
Şefkat, merhamet müessesesi anlamına gelen 'Dârü’ş Şafaka'nın acizler, kimsesizler yurdu demek olan 'Dârü’l Aceze'nin, damak zevkini, mide şevkini galeyana getiren 'Dârü’z Ziyafe'nin bugün de faaliyetlerini sürdürdüklerini, güzel hizmetler verdiklerini biliyoruz.
'Dâr' kelimesiyle başlayan daha başka hangi müesseselerin bulunduğunu, bunların ne gibi görevler yaptıklarını ayrıntılarıyla öğrenmek istiyorsanız, başta merhum Mehmet Zeki Pakalın’ın 'Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü' olmak üzere, birçok ansiklopediyi ve tarih kitabını karıştırmanız gerekiyor.
Unutmayalım, kitap karıştırmak, iki küskünü barıştırmak gibi insanı mutlu eder.
Dârü’l Beka, ise âhiret mânâsına geliyor. Bekâ, yani ebediyet yurdu anlamında kullanılan bu sözün diğer bir telaffuz şekli de 'Dâr-ı Bekâ’dır.
Osmanlı mezar taşlarında 'öldü' sözü hemen hemen hiçkullanılmaz, ama 'Dâr-ı Bekâ’ya gitti' cümlesine sık sık rastlarsınız. İnsan kabirlerden, mezar taşlarından bahsederken gülmek istemez, ama yeri gelince bizi onlar da tebessüm ettiriyor. İyi Osmanlıca bildiğini zanneden, fakat dini, tarihi, tasavvufi terimlerden ve kavramlardan habersiz olan bir adam, önüne çıkan bir mezar taşındaki 'Dâr-ı Bekâ'ya gitti cümlesini, 'Darbukaya gitti' diye okumuş, etrafındakileri kendine güldürmüş.
Ben de zaten sizi gülümsetmek için bunu naklettim.
Eğer yeterli olmadıysa, bir anekdot daha nakledeyim:
Fâik Reşad Bey’in 'Külliyât-ı Letâif'inde anlattığına, göre vaktiyle bir sancakta, aleyhine dava açılan kayıp bir şahsın araştırılıp bulunması gerekir. Mutasarrıf, bu konudaki evrakı zabıtaya havale eder. Zabıta, adamın irtihâl-i dâr-ı bekâeylemiş olduğu yapılan tahkikattan anlaşılmıştır, diye herifin vefat ettiğini mutasarrıfa yazılı olarak bildirir. Mutasarrıf, acele dâr-ı bekâdan getirilmesi için yine zabıtaya emir verir. Tabur ağası, bunu okuyunca, hemen mutasarrıfın huzuruna çıkıp der ki:
-Dâr-ı Bekâ‘dan getirilmesi emredilmiş. Ölmüş adamı nasıl getirelim?
-Öldüğünü nereden biliyorsunuz?
-Yapılan tahkikattan!
-Öyledir de niçin öldü diye yazmadınız?
-Ben 'Dâr-ı Bekâ'yı görünce, herifi o isimde bir yere gitmiş zannettim!...
Çok güldüğünüzü biliyorum, biraz da düşünüp tefekküre dalmanız için sizi, Abdülhak Hâmid’in şu dörtlüğünü dikkatle okumaya ve tabii ki ibret almaya davet ediyorum:
Oldunsa hâdim-i vatan az çok, sevin, övün.
Bir hayrın olmadiyse fakat mülk-ü millete,
Mahkûm olur hayat ve memâtın mezellete
Dârü’l-bekâo gün sana dârü’l-fenâolur.