Çorum’da açılan bir kitap fuarına hem sohbet yapmak hem de kitap imzalamak için davet edilince bu şehir halkından güzel bir insanla tanıştım. Mustafa Gökköz adını taşıyan bu zat, Çorum’da kitapçılığın yanı sıra cilt işleriyle de meşgul oluyor. İşte ilk defa böyle karşı karşıya geldiğimiz Mustafa Bey’le dostluğumuz, daha sonra tabii ki onun sayesinde hayli ilerledi. Sağ olsun, başta ramazan ve kurban bayramları olmak üzere, diğer özel günlerde muhakkak telefon edip hâl hatır soruyor. Gökgöz, aynı zaman tok göz olduğu için zaman zaman gönderdiği kitaplarla da beni de mutlu ediyor.
Bir ara, kendi eliyle ciltleyip yollama lütfunda bulunduğu imzalı iki kitaptan biri, Abdullah Ercan Bey’in kaleme aldığı '14. Yüzyıldan Günümüze Çorumlu Şairler' adını taşıyor. Diğerinin ismi ise 'Çorum Ağzından Derlemeler' olup Tayyar Kerman Bey tarafından kaleme alınmış.
Mustafa Bey, bir gün beni yine arayıp şunları söyledi: 'Dursun Bey, adı 'Ali Emiri’nin İzinde' olan ve içinde sizden de övücü cümlelerle bahseden kitabın 457.sayfasında Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın esas mesleğinin fırıncılık olduğu belirtiliyor. Halbuki Ethem Erkoç’un 'Beşiktaş Muhafızı Yedi Sekiz Hasan Paşa ve Bir Devrin Hikayesi' isimli kitabının 20. sayfasında, adı geçen paşanın asıl işinin demircilik olduğu kaydediliyor. Mehmed Serhan Tayşi Bey yeni baskıda bu küçük hatayı düzeltirse iyi olur. Lütfen, selam söyleyip durumu kendisine bildirin.'
Heyhat! Bu mümkün değildi, çünkü kıymetli kütüphanecimiz çoktan Rahmet-i Rahmana kavuşmuştu.
Bu telefon üzerine her iki kitabın numaraları verilen sayfalarını gözden geçirince, Yed Sekiz Hasan Paşa hakkında daha önemli bir bilgiye rastladım. Bilindiği gibi, Sultan İkinci Abdülhamid Osmanlı padişahları içinde en fazla iftiraya uğrayan, hakkında en çok dedikodu edilen, yalan yanlış sözlerle küçük düşürülmeye çalışılan bir hükümdardır. Ne yazık ki kendisine şiddetli muhalefet edenlerin arasında, kamuoyunda alim, arif, şair diye bilinen ve sevilen birtakım kimseler de bulunmaktadır. Yerli ve yabancı kaynaklar ve mihraklar tarafından yapılan bu aleyhteki şiddetli ve hiddetli propagandanın Sultan Abdülhamid Han’ı hem mağdur hem mazlum bir padişah haline getirdiğini biliyoruz. Onun ne büyük bir vatansever olduğunu dirayetiyle, ferasetiyle Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatmaya çalıştığı ancak tahtından indirildikten sonra anlaşıldı ama bu hiçbir işe yaramadı. Onu halledenler, ülkenin hiçbir işini halledemediler. Memleketi batıran icraatlarının cezasını hayatlarıyla ödediler.
Devrin aydınlarının (!) duyduğu kin ve husumet sadece padişahın şahsıyla sınırlı kalmıyor, bazı paşaları bile aynı ithamlara, aynı itibarsızlaştırma propagandalarına maruz kalıyordu. Mesela Yedi Sekiz Hasan Paşa işte bunlardan biriydi. Devrin yazarları, padişahın sevdiği, güvendiği ve en yüksek rütbeyi verdiği paşayı kaba ve cahil bir adam olarak gösteriyorlardı. O kadar ki aslen Çorumlu olan merhum imzasını bile 7 ve 8 rakamlarını yan yana getirmek ve arasına bir çizgi çekmek suretiyle zar zor atabiliyordu. Bundan dolayı da kendisine 'Yedi Sekiz Hasan Paşa' deniliyordu.
'Beşiktaş Muhafızı' diye bilinen bu paşanın hakkını veren, gerçek kimliğini bilen ve bildiklerini yazan insaflı tarihçiler de vardı. Bunlardan biri olan merhum Abdurrahman Şeref Efendi, bakınız Yedi Sekiz Hasan Paşa’yı bize nasıl tanıtıyor:
'Herkesin zannettiği gibi fena bir adam değildi. Oruçyiyenlerden ve sarhoş olup nara atanlardan eline geçirdiklerini döver, siyasi şerirlere (şerli siyaset adamlarına) da acımaz, fakat müzevvirlik ve hainlik yapmazdı. Dövdüğü adamlara da Allah ıslah etsin diye candan, yürekten dua ederdi.'
Şimdi gelelim yukarıda bahsi geçen 'Ali Emiri’nin İzinde' isimli esere ve bu eserde Yedi Sekiz Hasan Paşa hakkında yazılanlara;
Millet Kütüphanesi’nin uzun yıllar hafız-ı kütüplüğünü, yani müdürlüğünü yapan merhum Mehmet Serhan Tayşi’nin yakın dostlarından biri de Şinasi Akbatu idi. Şinasi Bey, tam bir kültür adamı olduğu için sık sık kütüphaneye geliyor, müdür beyle tadına doyulmaz sohbetler yapıyordu. Serhan Bey, bu
İstanbul beyefendisinin anlattığı anekdotlardan bazılarını bendenize de nakletmişti. Esefle belirteyim ki ben bu İstanbul aşığını, diğer bir ifadeyle ilim deryasını yakından tanıma ve sohbet halkasına katılma şansını elde edemedim. Sadece bir gün Kadıköy’de Moda civarında kendisiyle karşılaştım ama tanışma ve konuşma imkânı olmadı. Zaten hayatının son günlerini yaşıyordu ve kimseyle görüşmek istemiyordu.
Hatıralarında 'Mebanin-i kadime mütehassısı Şinasi Bey' diye bilinen bu zata ayrı bir bölüm tahsis eden Mehmet Serhan Tayşi, merhumla ilgili çarpıcı bilgiler verdikten sonra sözü Yedi Sekiz Hasan Paşa’ya getiriyor. Buna göre, Şinasi Bey, bir gün elindeki bazı Osmanlıca belgelerle ve büyük bir heyecanla kütüphaneye geliyor. Serhan Bey, Şinasi Ağabey merak ettim, görebilir miyim deyince, Mehmetçiğim, ben bunları bir arkadaşımdan aldım. Kendimde kalacağına dair söz verdim. O da bu şartla bana emanet etti. Göstereyim oku ama benden isteme cevabını veriyor.
Bu son derece ilgi çekici bir belgedir. Ve Serhan Bey’i çok şaşırtmıştır. Şinasi Bey’in kendisine anlattığına göre, 12 Eylül askeri darbesinden sonra Yıldız Sarayı arşivleri açılıyor. Devlet yöneticileri, Osmanlıcayı ve diplomatik dili iyi bilen birikimli insanları arşivde çalıştırmak üzere davet ediyorlar. Bunlardan biri de Şinasi Akbatu’nun yakın dostu Albay Lütfi Bey adında bir zattır. Lütfi Bey, Genelkurmay Başkanlığı’nın emriyle, Yıldız Sarayı’ndaki belgeleri latinize eden komisyonun bir üyesi olarak çalışıyor. Arşivleri taradığı sırada, Sultan Abdülhamid döneminin önemli şahsiyetlerinden yukarıda kendisinden kısmen bahsettiğimiz Yedi Sekiz Hasan Paşa hakkında, resmi tarihin dayattıklarından çok farklı şeylerle karşılaşıyor.
Serhan Bey daha sonra şunları söylüyor:
'Günümüzde, Yedi Sekiz Hasan Paşa hakkında, tarih kitapları Cahil bir adamdı. İmzasını bile doğru düzgün atamazdı. Yedi ve Sekizi içiçe geçirerek basit bir imza attığı için adı Yedi Sekiz kalmıştı’ şeklinde yorumlarda bulunurlar. Oysa Albay Lütfi Bey, Hasan Paşa’nın Yedi Sekiz lakabını, Çorumlu meşhur Yedi Sekiz oğulları sülalesine mensup olması sebebiyle aldığını görmüş. Hasan Paşa’nın Yıldız Sarayına yazdığı jurnalleri de inceleyen Lütfi Bey, anlatılanlarla uzaktan yakından alakası olmayan bir Yedi Sekiz Hasan Paşa bulmuş karşısında.
Hatırladığım kadarıyla Şinasi Ağabey’in elindeki vesikada, Yedi Sekiz Hasan Paşa ile alakalı, ilave bilgiler de vardı.'
Kaynakların verdiği bilgiye göre Ali Suavi, 20 Mayıs 1878’de bir darbe teşebbüsünde bulunuyor, Abdülhamid’i halledip V. Murad’ı tahta çıkarmak için harekete geçiyor. Buna tarihimizde 'Çırağan Baskını' deniliyor. Tam bir maceraperest olan Ali Suavi, adamlarıyla birlikte Üsküdar’dan Beşiktaş’a geçip Çırağan Sarayı’na dayanıyor. Durumdan haberdar olan Beşiktaş Muhafızı Yedi Sekiz Hasan Paşa, Yıldız Sarayı’nın girişinde, elindeki sopayla Ali Suavi’nin işini bitiriyor ve böylece bir darbeyi önlemiş oluyor.
Bir heyet tarafından hazırlanan 'Mufassal Osmanlı Tarihi'nin altıncı cildindeki çerçeveli yazıdan öğrendiğimize göre, Hasan Paşa, daha sonra 'Mehdi' adını verdiği bu ünlü sopasıyla Ali Suavi’yi yere serince cebinden bir cüzdan fırlıyor.
Paşa, cüzdanı derhal alıp saklıyor. Olay yatıştıktan sonra cüzdanı şöyle bir karıştırınca içinde sarı bir kâğıt buluyor. Üst tarafında bir şeyler yazılı olan bu kâğıdın alt kısmında sıra sıra mühürler olduğunu görüyor. Güvendiği adamlarından birine bu mühürleri gösteriyor. En baştakinin Damat Mahmud Paşa’ya ait olduğu anlaşılıyor. Hasan Paşa, kâğıdı hemen geri alıyor. Biraz sonra olayın ayrıntıların anlatmak üzere tahkik heyetinin huzuruna çıkıyor. Gerekli bilgileri verdikten sonra cüzdanı ortaya koyup 'Ali Suavi dediğiniz o adam yere düştüğü zaman cebinden bu fırlamıştı' diyor.
Mahmud Paşa, cüzdanı alıp da içindeki kağıdı görünce fena halde rengi atıyor. Hemen 'Bu, mühim bir şey. İyi ki bana verdin. Hemen efendimize göstereyim!' deyip başka bir odaya geçiyor ve sarı kâğıdı orada bir güzel imha ediyor. Bu önemli belgenin ortadan kalkmasıyla tabii ki Ali Suavi’nin devlet adamları arasında kimler tarafından desteklendiği de ebediyen meçhul kalıyor.
Rivayete göre bu kâğıtta Mahmud Paşa’dan başka şehzade Kemaleddin ve diğer bazı kimselerin de mühürleri bulunuyordu. Darbe başarılı olduğu takdirde Ali Suavi’ye de şeyhülislamlık vaat ediliyordu.
Yine adı geçen eserdeki yazıda belirtildiği üzere, Ali Suavi’yi Abdülhamid’e takdim eden İngiliz Said Paşa, bu meş’um olaydan sonra gözden düşüyor. Bu çılgın ihtilalcinin mensup bulunduğu Damat Mahmud Paşa da, bir süre sonra Abdülaziz Han’ı öldürtmüş olmakla suçlanıp idama mahkum ediliyor. Cezası müebbet kalebentliğe yani kale hapisliğine çevriliyorsa da Taif’te boğularak öldürülüyor.
İşte İbnülemin Bey’in 'pürmesavi' yani içi dışı kötülük dolu diye tavsif ettiği Ali Suavi böyle bir maceraperestti. Yedi Sekiz Hasan Paşa onun darbe teşebbüsünü bir sopayla önlediği için padişahın kendisine olan güveni daha da arttı ve kendisini mareşalliğe yükseltti.
İstitrat kabilinden şunu da söyleyeyim ki. Ali Suavi’nin isminin İstanbul’da herhangi bir sokağa verilip verilmediğini ben de bilmiyordum. Meğer Kadıköy’de, Altıyol’daki Boğa heykelinin hemen yakınında bir sokak bu adamın adını taşıyormuş. Orada yapılan bir sahaf festivaline gidince adı verilen bu sokağın başında bir de büstünün bulunduğunu gördüm.
Bütün bunlardan anlaşılan şu ki Yedi Sekiz Hasan Paşa, öyle bize anlatıldığı gibi kaba saba ve cahil bir adam değildi. Nitekim paşayla ilgili ciddi bir çalışma yapan Sayın Ethem Erkoçda yukarıda adından bahsettiğimiz eserinin sonunda sözü bu konuya getirip şunları söylüyor:
'Hasan Paşa’nın okur-yazarlık durumuna gelince, çocukluk dönemini anlatırken de söylediğimiz gibi, o dönemin mahalle mektebine gitmek, sosyal bir zorunluluktu. Evinin karşısında mektep ve medrese varken Hasan Paşa’nın da çocuk yaşlarında buraya gitmiş olması, akla en yatkın olanıdır. Ama buralarda okuyanların kayıtları olmadığı gibi, diplomaları da söz konusu değildi.
Hasan Paşa’nın tahsil durumunu diploma veya icazetname ile ortaya koymak gibi bir şansımız yoktur. Ancak askerlik için geldiği İstanbul’da tezkere bırakarak ordu saflarına katılmış olan Hasan Paşa’nın zaman içinde kendini yetiştirmiş olabileceğini de göz önüne almak gerekir. Beşiktaş Muhafızlığı, Beyoğlu Mutasarrıflığı, Zaptiye Fırkası Reis ve Kumandanlığı gibi kritik görevlerde bulunan bir kişinin erlikten müşirliğe kadar terfi etmiş olan bir paşanın, resmi evrakı okumadan onayladığını söylemek çok aşırı bir iddia olsa gerektir.'
Hüküm cümlesi olarak söylemek icap ederse, bütün bunlar cahil bir adamın yapacağı işler sınıfına girmiyordu, öyleyse Yedi Sekiz Hasan Paşa da cüheladan biri değildi. Anlamayanlara gelince, onlara yedi sekiz defa bile söylesek yine anlamazlar.