Malatya'nın Mücelli Caddesi İzzetiye Mahallesi'nde, ahşap bir konakta dünyaya geldim.

Bahçedeki kiraz ağacı gölgesinde süs havuzu, rahmetli dedeciğim ile havuzun başında oynadığım oyunlar şu an kadar canlı hafızamda. Çocukluğumuz biz liseye gelmeden betonarme binalarının içine gömüldü. 

Müstakil evlerden apartmanlara geçiş yılları 80'li yılların çocukları olarak ilkokula başladığımda biz de artık balkonlu, kaloriferli, kuralları olan bir apartmana taşınmıştık. İnceler Apartmanı inceliklerle doluydu. Akıp giden yıllar değişen koşullar, ortaokul sonu ve lise bir, ikinci sınıfları Manisa Salihli'de okudum. İnsan yaşı kaç olursa olsun doğduğu memleketten ayrılınca gurbeti gönlünde taşımayı öğrenir. Kısa bir Ege tecrübesinden sonra dönüşte yepyeni bir Malatya sayfası açıldı hayatımda.

Ergenliğe geçiş döneminde hayallerim, kendi yolumu bulma, kendi hayatımın inşası içinde içimde çağıldayan bir neşeye sahiptim. Erken yaşlarda başlayan iş hayatım; dolayısıyla her kaldırım, her sokak,  her çarşı, her caddede yeni hatıralar, farklı yüzleriyle tanıştığım şehir Malatya. Komşu şehirler Elazığ, Kahramanmaraş, Gaziantep, Adıyaman hayatımın farklı dönemlerinde farklı sebeplerle günü birlik gittiğim, bazen de kısa konaklamalarla hatıralar biriktirdiğim şehirler. Ah Hatay; Asi Nehri’ne bakan bir otelde gözlerini güne açmak, Asi’ye karşı kahvaltını yapıp, kahve yudumlamak, daracık sokaklarında medeniyeti teneffüs etmek, gezmeye doyamadığım hayallerimin olduğu Hatay. 

Zaman içinde, doğduğum şehirden bir kez daha ayrılıp, ruhumun yoğrulduğu şehir, aşkın en güzel hâli İstanbul'da yaşamaya başladım. İstanbul beni öyle kucakladı ki, hayata dair tüm eksikliklerimin tamamlandığını hissettim. Kültürel zenginlikleri yanında Boğaz'ı, denizi, martısı, havası her bir zerresine vurgun olduğum İstanbul'umda her sabah kalbimde uçuşan kelebeklerle uyandım. 

İnsan ne kadar uzakta olsa, uzun yıllar gitmese de doğduğu şehir hep arkasından gelir. İnsan bu olur ya hayatın meşakkatlerinden yorulup bir derin nefes almak, gözlerini kapatıp her şeyden uzaklaşmak istediğinde çocukluğunun gökyüzünde nefeslenir. Çocukluk sinemasının ekranını açar, büyüdüğü sokaklar, okuduğu okullar, ilk âşık olduğu kaldırımlar, ilk işe başladığı gün film bittiğinde bir anda dünyaya meydan okuyacak kuvveti bulur kendinde. 

6 Şubat; Türkiye öyle bir sabaha uyandı ki, o sabahtan sonra artık hiçbir sabah güneşi aynı parlaklıkta doğmadı. Zaman ve mekân kavramı algılarımız değişti. Attığı bir adım ile hayatta kalmakla enkaz altında kalmak arasındaki ince çizgiye şahitlik edenlerimiz oldu. Ailesinin fertlerini kaybedip bir çadırda tanımadığı insanların şefkatinde ısınanlar, ailesine sımsıkı sarılıp üzerinde bir kaban ile yuvasının, hatıralarının yerle bir olduğunu karşıdan izleyenler. 

İnsanların bilye gibi dağılan hayatlarının bir gerçeği olan deprem ve göç; havasına, suyuna, geleneklerine bağlı kaldıkları alışkanlıklarından, geçmişe en sert vedayı ederken, meçhul geleceğe çıktıkları yolculuk. Bir tarafta yıkık dökük şehirleri yeniden inşa etmeye çalışan insanların devam eden mücadeleleri. Diğer tarafta yeni şehirlerde, yeni kurulan hayatlar ve yeni göç hikâyelerinde köklerinden kopmuş gibi hissedenler, yaşananlar ne kadar zor olsa da ne çocukluk azalıyor, ne de gelecek azalıyor.

Deprem bölgesinde ilk günden bugüne insanların hayatlarına dokunan, kalbini deprem şehirlerinde bırakan Prof. Dr. Nilgün Canel’in dediği gibi, “Umut toplumun ta kendisidir. Umut sensin!” Umut biziz…