Yirminci yüzyıl dünyada savaş yüzyılı olduğu kadar, göç yüzyılı da olmuştur. Dünyada pek çok ülke arasında, büyük göç hareketleri yaşanmıştır.

Balkan ülkelerindeki Türkler Anadolu’ya göç ederlerken, Avrupalılar da Amerika’ya göç etmişlerdir. Nasıl Türkiye’de bir Bosna, bir Arnavutluk, bir Kırım varsa, Amerika’da bir İngiltere, bir Almanya, bir İtalya vardır. Avustralya’dan Arjantin’e kadar, her ülke bir göçmenler ülkesidir.

Dünyada göç ve göç kültürü denilince, hemen akla ilk Müslümanların Mekke’den Medine’ye göçleri gelir. Hicretin Müslümanların tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Hicretle ilk Müslümanlar Mekke’deki pasif konumlarından, Medine’deki aktif konumlarına yükselmişlerdir. Tarihteki pek çok örnekte açıkça gözlendiği gibi, göçler toplumların gizil güçlerinin, açığa çıkarılmasının en önemli aracı olmuşlardır. Göçte güç vardır. Göç edenler güçsüz düşmezler.

Türkler tarihleri boyunca göçlerle iç içe yaşamışlardır, sürekli bir coğrafyadan bir coğrafyaya göç etmişlerdir. Türklerin devlet kurmadaki başarıları, kendilerini savunmadaki ustalıkları, ordu millete dönüşmeleri, göç kültürüyle yoğrulmalarından kaynaklanır. Göç etmesini bilen toplumlar, Türkler gibi, ellerindeki kaynakları en verimli olarak, değerlendirmesini de bilirler. Nasıl akan sular kir tutmazlarsa, göç eden toplumlar da yoksul düşmezler.

Göç kültürü güç kültürüdür. Göç etmesini başaran güçlü olmasını başarır. Göç etmede en büyük risk, hiç risk almamaktır. Doğduğu coğrafyalardan ayrılmayı göze alamayanlar, başka coğrafyalara giden yolları açamazlar. Bunun için Türkler, bayraklarının dalgalandığı coğrafyayı vatan, dünyanın her yerinde bayraklarını dalgalandırmayı da görev bilmişlerdir. Orta Asya’dan Küçük Asya’ya göç eden Türkler, her zaman hareketin olduğu yerde, bereketin olduğuna inanmışlardır.

Türklerin büyük göçlerin yaşandığı, göçlerle dolu bin yıllık tarihleri boyunca, vatanları yanlarında taşıdıkları bayrakları olmuştur. Bayrakların gücü devletlerinden, devletlerin gücü toplumlarından, toplumların gücü birbirleriyle yardımlaşmadan ve dayanışmadan kaynaklanır. İbn Haldun’un Mukaddime’de, büyük bir gözlem gücüyle ortaya koyduğu gibi, göçebe toplumlar paylaşmada, işbölümü ve işbirliği yapmada, yerleşik toplumlardan çok daha başarılı olmuşlardır.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında, Anadolu’ya çekilen Türkler, ikinci yarısında Avrupa’ya açılarak, Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve kültürel yapısını değiştirmişlerdir. Yirmi birinci yüzyılın başında yardım edilen Türkiye, aynı yüzyılın sonunda yardım eden Türkiye’ye dönüşmüştür. Güçlü oldukları dönemlerde, ordularıyla Viyana’ya kadar giden Türkler, sınırların önemini yitirdiği dünyada girişimcileriyle, Tokyo’dan Washington’a kadar, dünyanın bütün şehirlerine gitmektedirler.