Balıkesir’deki Zağanos Paşa Camii’nde imam efendi vaaz etmek için kürsüye çıkar. Sözüm ona vaaz etmeye başlar.
Bir ara der ki:
Kerbela’da şehit düşen Hazreti Hüseyin Efendimizin kanlı gömleğini Fatıma Validemize ulaştırırlar. O da ağlayarak başına götürür. Sonra aynı gömleği Hazreti Ali’ye verirler. Haydar-ı Kerrar da göz yaşı dökerek başına koyar. Aynı kanlı gömleği daha sonra Peygamber Efendimize iletirler. Efendimiz de aynı şekilde hareket eder.
Cemaatin içinde bulunan ve bu yanlışlıktan dolayı canı sıkılan merhum mesnevihan Tahirü’l-Mevlevi ayağa kalkıp der ki:
Hoca efendi! Anlattığınız vak’ada tarihi bir tenakuz yok mu?
Cahil hoca yanlış konuştuğunu, tarihleri birbirine karıştırdığını fark edip biraz düşündükten sonra şu garip cevabı verir:
Efendim, bu hususta iki kavil var. Biri bizim kavlimiz, diğeri sizin kavliniz. Ben bugün burada bizim kavlimizi anlattım. Haftaya sizin kavlinizden de bahsedeceğim.
Görüldüğü gibi cahil vaiz önce cehaletini fark ediyor, sonra da tevile baş vuruyor ama mızrak çuvala sığmıyor.
Bilmem ki söylemeye gerek var mı, camilerde minber gibi, mihrap gibi, kürsü de büyük bir önem arzediyor. Kürsüye çıkan vaizin cemaate yanlış bilgi vermemesi, birtakım hurafelerle dinleyicilerin kafalarını karıştırmaması için hem gerçek anlamda âlim hem de hitabet sanatına vakıf olması gerekiyor.
Evet, ilim kadar hitabet de büyük önem arzediyor. İyilerini tenzih ederim ama hocalarımızın bir bölümü kürsünün hakkını veremiyorlar. Bilgi birikimine sahip olamadıkları ve Türkçeyi güzel kullanma konusunda yaya kaldıkları için cemaatin nabzını tutamıyorlar. Hatta içlerinde anlamsız sözleri sık sık tekrarlayanlara bile rastlanıyor.
Üsküdar’da arada bir uğradığım tarihi bir camiye, yine bir Cuma namazı için gitmiştim. Gençvaiz, ikide bir 'salt olarak; salt olarak' deyip duruyordu. Cemaatten biri olarak ve bu anlamsız sözden rahatsızlık duyarak ezanın okunmasını sabırsızlıkla bekledim.
Bu satırları okurken hocam vaiz ve vaaz konusunda niçin iyi örnek vermiyorsunuz diye içinizden geçirdiğinizi hissediyorum ve işte hoşunuza gidecek bir örnek takdim ediyorum.
Yine bir gün Cuma namazı için Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii’ne biraz erken gittim. Vaiz efendiyi dinlemeye başladım. Hoca hem güzel konuşuyor hem de jest ve mimikleriyle cemaatin dikkatini diri tutmaya çalışıyordu. Namazın önemine vurgu yapan vaiz efendinin anlattığına göre yaşlı bir kadın, bir gün memleketine gitmek için, bir yolcu otobüsüne binmiş. Bir süre yolculuk ettikten sonra şoförün yanına yaklaşıp evladım, ikindi namazı geçiyor, biraz dur da namazımı kılayım demiş. Şoför, duramam teyze, sonra kaza edersin, cevabını vermiş. Nur yüzlü teyze şoföre şu soruyu yöneltmiş: Evladım ben kaza etmeden, sen kaza yaparsan ne olacak?
Yaşlı kadınla şoför arasında geçen bu ilgi çekici diyaloğu nakleden hoca efendi, namazın ne kadar mühim bir ibadet olduğunu dile getirmek için daha bir hayli söz söyledikten sonra, camiye na’şınız gelmeden önce kendiniz gelin dedi. 'Musalla' Müslümanı değil, 'Musalli' Müslüman olun, diye bir de tavsiyede bulundu. Elhak, doğru söyledi.
Yukarıda da kısaca belirttiğim gibi, vaiz, imam hatip gibi din görevlilerimizin görevlerini hakkıyla yenine getirebilmeleri için çok donanımlı olmaları, kılıklarına kıyafetlerine dikkat etmeleri, lisan güzelliğine sahip olmaları, dini bilgilerinin yanı sıra kültürel konulara da yer vermeleri konuşmalarını, şiirlerle, fıkralarla, latif latifelerle süslemeleri ve böylece daha cazip hale getirmeleri gerekiyor.
O gün Mihrimah Sultan Camii’nde vaaz eden hoca efendinin mesleğinin hakkını vermeye çalıştığı belli oluyordu. Üslubundan, kullandığı kelimelerden, cümlelerden işini sevdiği anlaşılıyordu.
Mesela insan hayatının ne kadar kısa olduğunu, ayların, yılların çarçabuk geçtiğini, fırsat eldeyken değerlendirmek gerektiğini anlatırken Cahit Sıtkı Tarancı’nın meşhur 'Otuz beş yaş' şiirini okudu. Şairin ikinci yarıya ulaşamadığını hatırlatıp cemaatin dikkatini çekti.
İçimden şöyle geçirdim, vaiz dediğin böyle olmalı;