Vefatının altmışıncı yıl dönümü münasebetiyle:

Beyoğlu ve Beykoz gibi Beylerbeyi de İstanbul’un gözde semtlerinden birini teşkil ediyor. Özellikle eski İstanbullular Beyoğlu’na ve Beylerbeyine büyük bir alaka gösteriyorlardı. Beylerbeyi, adından da anlaşıldığı gibi daha çok kibar insanların, İstanbul efendilerinin, kalem ve kelam erbabının mebzul miktarda bulunduğu her manasıyla güzel ve tarihi bir mekândı. Meşhur yazarlarımızdan ve şairlerimizden Mehmet Akif Ersoy’un, Ömer Ferid Kâm’ın, Münevver Ayaşlı’nın ve Âsâf  HâletÇelebi’nin Beylerbeyi’nde ikamet ettiklerini biliyoruz. Bilhassa Âsâf  HâletÇelebi, gerek halet-i ruhiyesiyle gerek çelebiliğiyle gerekse beyefendiliğiyle tam bir Beylerbeyi sakini olarak karşımıza çıkıyor.

Haldun Taner’in 'Ölür İse Tenler Ölür Canlar Ölesi Değil' adındaki kitabında 'Her insana, her zaman iyi bakan munis gözleri, en dertli zamanlarda bile gülümsemeye hazır kalın dudakları ile onu görmek birden içimizi açardı.' cümlesiyle tarif ve tavsif ettiği Âsâf  HâletÇelebi, bir kere daha tekrarlayalım ki Beylerbeyi’nin yetiştirdiği tam bir İstanbul çelebisiydi.

GençHalet Çelebi, Mekteb-i Sultani denilen Galatasaray Lisesi’nde Batı kültürüne iyice nüfuz ettikten sonra kendini birden bire Şark’ın esrarengiz dünyasında buldu. Sanki etkileyici bir ses, durmadan ona, 'Işık Doğu’dan gelir!' diyordu. Çelebimiz, maveradan gelen bu nidaya kulak vermek suretiyle bir nev’i postu tekkeye serdi. Şiirlerini 'Lamelif', 'Om Mani Padme Hum' adlı kitaplarında topladı. MevlânâCelaleddin-i Rumi, Molla Cami, Ömer Hayyam, Naima, Eşrefoğlu Rumi gibi önemli şahsiyetleri konu alan kitaplar yazdı. 'Divan Şiirinde İstanbul' adıyla bir de antoloji hazırladı. 1958 yılının bir ekim sabahında Gureba Hastanesi’nde irtihali dar-ı beka etti. Küplüce mezarlığında sırlandı.

İstanbul beyefendisi Âsâf  HâletÇelebi de emsali olan diğer birçok şair ve yazar gibi unutulup gitti. Halbuki yaşarken büyük bir şöhret kazanmış, edebiyat mahfillerinin aranan ve sevilen bir siması olmuştu. Şiirleri dilden dile dolaşıyor, kulaktan kulağa ulaşıyordu. Ne yazık ki ölümüyle birlikte kitapları da piyasadan çekildi, bir kısmı ise sahafların tozlu rafları arasında gizlenmeyi tercih etti. Memnuniyetle belirtelim ki şimdi artık hem kitapları yeniden basılıyor hem de hakkında biyografiler hazırlanıyor. Yanlış hatırlamıyorsam ilk önce rahmetli arkadaşımız Mustafa Miyasoğlu, 'Semih Güngör' takma adıyla hakkında bir araştırma yayımladı. Son günlerde Beşir Ayvazoğlu arkadaşımızın 'He’nin İki Gözü İki Çeşme / Bir Âsâf  HâletÇelebi Biyografisi' ismiyle kaleme aldığı kitapta, bu konuda dikkat çekici bir biyografi olarak karşımıza çıkıyor.

Bendeniz yaş itibariyle Âsâf  HâletÇelebi’ye yetişemedim ama hem eserleriyle beslendim, şiirleriyle hislendim hem de hayat arkadaşı Nermin Hanım’ı, Etiler’deki Huzurevi’nde ziyaret ettim. Hanımefendi her ne kadar Huzurevi’nde yaşıyorsa da huzuru yerinde değildi. İhtiyarlığın sıkıntılı devrini yaşıyor, eski mutlu günlerini hasretle anıyordu. Hele gençyaşta kaybettiği Ömer isimli çocuğunun fotoğrafına baktıkça göz yaşlarına hâkim olamıyordu. Resmi, birkaçdefa bana da gösterip aynı hüznü benim de yaşamama vesile olmuştu. Bu arada merhum hayat arkadaşı Âsâf  HâletBey’in bir kitabını da vekâleten imzalayıp fakire takdim etmişti.

Yukarıda da belirttiğim gibi Âsâf  Hâlet Bey, tam bir İstanbul efendisi ve Osmanlı hayranı idi. Bu hayranlığını en zor zamanlarda bile belli etmekten, ortaya koymaktan çekinmiyordu. Melih Âşık’ın 13 Kasım 1994 tarihli Milliyet Gazetesinde 'Çelebi Durmayınca' başlığıyla yayımladığı yazıyı, bu konunun bir belgesi olarak aşağıya alıyorum:

'Yaşlı, başlı gün görmüş bir hanımefendi Nebahat Kuran; Bize gönderdiği mektubu okurken hem ilginçbir olayı öğreniyor hem de kırk yıl gibi kısa bir sürede nereden nereye geldiğimizin resmini görüyoruz. Mektubu özetleyerek aşağıya alıyoruz:

Talebelik yıllarımda (1950’lerde) Beyazıt’taki Belediye Kütüphanesi’nde memur olarak çalışıyordum. Bir müddet sonra da zamanın popüler şairi Âsâf  Hâlet Çelebi, memur olarak aramıza katıldı. Dış görünüşünden umulmayacak kadar terbiyeli, mesafeyi hiçkaçırmamakla beraber samimi bir ağabeyimizdi. Tek kusuru boğazına aşırı düşkünlüğü idi. Sabahları vapurdan çıktıktan sonra Hacı Bekir’e uğrar, her gün koca bir kese kâğıdı akide şekeri ile daireye gelirdi. Latife olsun diye eskilere ait tabirler kullanıp, Hanımefendi buyurun zihne küşayiş getirir’ diyerek bizlere de ikram ederdi. Tabii fazla parlak olmayan memur maaşı bu ikramlarla büsbütün kısıtlı hale gelir ve para sıkıntısı çekerdi.

Atatürk’ün ölüm günüydü. Ben binaya yaklaşırken, saat dokuzu beş geçe sirenler başladı. Düdüklerin bitişiyle beraber oluk oluk bir kalabalığın bizim kütüphaneye akın ettiğini gördüm. Üniversite talebeleri, kontrolörler ve halk bağıra çağıra binaya girmeye çalışıyordu. Meğer Âsâf Bey, saygı duruşu sırasında durmamış, yürüyerek kütüphane binasına gelmiş, içeri girmişti. Ben oraya geldiğimde müdür Dalgınlığına gelmiştir, fark etmemiştir’ diyerek, Âsâf Bey’i linçetmeye kararlı bir kalabalığı yatıştırıp dağıtmaya çalışıyordu. Kalabalık sonunda dağıldı. Âsâf Bey ise içeride Ben Osmanlıyım! Ben Osmanlıyım!’ diye sayıklıyordu.'

Hüküm cümlesi olarak söylemek isterim ki, sözüm ona saygı duruşuna geçen o kalabalık eğer gerçekten saygılı olsaydı böyle bir İstanbul efendisini linçetme teşebbüsünde bulunmazdı. Âsâf Bey, hakikaten tam bir Osmanlıydı, 'Ben Osmanlıyım! Ben Osmanlıyım!' sözüyle de sayıklamıyordu, bilakis doğruları yanlışlardan ayıklıyordu.

Sırası gelmişken bu konuyla ilgili bir anekdot daha nakletmek istiyorum. Merhum Ergun Göze Ağabeyimiz, rahmetli Mustafa Miyasoğlu’nun Âsâf Hâlet Çelebi hakkında kaleme aldığı kitapla ilgili düşüncelerini açıklarken sözü, onun Osmanlıya duyduğu muhabbete getirip şunları söylüyor:

'Bu vesileyle rahmetli Âsâf Hâlet Çelebi’yle ayak üstü tanışmamızı anlatayım. Bir yaz günü Büyük Postane’nin ileri karşı köşesinde İzmirli Şerbetçi’de şerbet içme sırasında tanıştık. Zaten karikatürlerinden tanıyordum. Sarfettiğim bir cümle üzerine bana Osmanlı mısınız?’diye sordu. Soruyu tam dengeleyemedim. Bunu görünce kendisini ilan etti. Ben Osmanlıyım’ Anlaşmıştık. Cağaloğlu’na kadar yürüdük. Orada ayrılmamız lazımdı. Beklerim, ben Edebiyat Fakültesindeyim, orada bir odam var’ dedi. Ben taşralı saffetiyle yahut düşüncesizliğiyle Doçent misiniz? Yoksa profesör mü?’ demeyeyim mi? Bir an durdu. Sonra hiçbozulmamış gibi cevap verdi: Hayır, kütüphane memuruyum’ Ama ben bozulmuştum. O kadar ki bu utancımdan kurtulmak için zekâm seferber olmuştu ve hemen cevabı- tabii- aynı zamanda kendime yapıştırdım. Zaten Yunus Emre de doçent veya profesör değildi. ’Sene 1952’ler; Miyasoğlu’nun kitabından sonra Âsâf Hâlet’i daha iyi anladım ve daha çok sevdim.'

Kasım 1983 tarihli 'Türk Edebiyatı' dergisinin sayfalarını çevirirken merhume Münevver Ayaşlı’nın Türk Edebiyatı Vakfı’nda yaptığı bir konuşmanın metniyle karşılaştım. Büyük dostu Âsâf Hâlet Çelebi’nin aziz hatırasına ithaf edilen ve 'Unutulmuşlar' başlığını taşıyan bu metni ben de teberrüken siz değerli okuyucularıma naklediyorum.

Boğaziçi’nin Haminnesi, diğer bir Boğaziçi sakini olan bu İstanbul efendisini bakın nasıl anlatıyor:

'Ne çabuk!.. Daha dün!

Evet, daha dün Boğaziçi vapurlarında gördüğümüz bir İstanbul efendisi, İstanbul beyi, siyah kostümü, getirli ayakkabıları, koltuğunda daima taşıdığı kitapları vakur, adeta kibirli fakat çok sevimli hali ile Âsâf Hâlet Çelebi’yi ne çabuk unuttu İstanbul, Boğaziçi ve bilhassa Beylerbeyi?

Boğaziçi vapurları daha devletin eline geçmeden Molla Bey’in (Necmeddin Molla’nın) idaresinde iken ne muntazam ne güzel işlerdi. Herkes birbirini tanır, herkesin yeri ayrı, kimse kimsenin yerinde oturmaz ve hangi yolcuların hangi iskeleden bineceği bilinirdi.

Beylerbeyi’ne gelince vapur vaktinde kalkamazdı, muhakkak kaptanın bir iki düdük ihtarı olmadan kalkamazdı. Zira malum, Beylerbeyi teşrifata meraklı protokol icabı ne kapılardan ne iskeleden beyler, paşalar birbirlerine yol vermekle, vapurun iskelede durma vakti geçer ve kaptanın ihtarı üzerine ancak çımacı halatları alır ve iskeleye çekerdi.

On dokuzuncu asırda Hüseyin Hâkî Efendi’nin kurduğu Şirket-i Hayriye, hakikaten çok hayırlı ve mükemmel bir kuruluş, İstanbul’a Boğaz’a çok hizmeti geçen ve bu günkü deyimle özel sektörün kurduğu bir hayırlı şirketti.

Bizim hat, yukarı Boğaz’a kadar çıkmaz. Vaniköyü’nden başlar Çengelköy, Beylerbeyi, Kuzguncuk, Üsküdar, Köprüye varırdı. Üsküdar iskelesi o zamanlar Köprü’nün Karaköy tarafında idi. Yani Tünel’e yakındı.

Boğaziçi vapurları suların üstünde sülün gibi kayarken müzik de çalarlardı Münir Nureddin ve Tino Rossi plaklarını ve bu iki güzel ses Boğaziçililer arasında münakaşalara sebep olurdu.

-Boğaziçi’ne hangi ses daha yakışıyor? Münir Nureddin mi, yoksa Tino Rossi mi?

Elbette Münir Nureddin, fakat Tino Rossi’nin de sesi gönüllere pek tatlı gelirdi. Bunu da itiraf etmeli.

Sevdiğimiz, benimsediğimiz kaptanlarımız da vardı. Bunların başında bir Tahsin Kaptan’ımız vardı ki, kendisini çok severdik. Tahsin Kaptan da dost bildiği, sevildiğini bildiği gibi yalılardan pek yakın geçer ve geçerken yalıları düdük çalarak selamlardı. Tahsin Kaptan’ın kaptanlığı da pek yamandı. İskeleye yağ gibi yanaşırdı. Boğaziçililer bu hususa da çok dikkat ederler ve müşkülpesenttiler. Saniyesi saniyesine ve yağ gibi yanaşır tabiri ile kaptan iskeleye yanaşmaz ise o, artık sevilmeyen, gözden düşen kaptan olurdu.

Evet, Beylerbeyi’nden Âsâf Hâlet Çelebi vakur ve sevimli hali ile, Burhan Felek de Üsküdar’dan binerlerdi. Burhan Felek’in sohbetini kaçırmamak için yolcular hemen yer değiştirir, etrafını sararlardı. Abdülbaki Gölpınarlı da Üsküdar’dan vapura binerdi. Fakat ona pek kimseler yanaşmazdı.

Evet, dostumuz Âsâf Hâlet Çelebi eski usul giyinir, daima resmi siyah elbiseler, ayağında yağ getir veya düğmeli iki renk botlar giyerdi. Ve koltuğunun altında yanından hiçayırmadığı kucak kucak kitaplarla dolaşırdı.

Âsâf Hâlet Çelebi öyle kot pantolona, tişörte tenezzül edecek kimse değildi. Zaten o zamanlar bu giyimler pek yoktu. O, Beylerbeyi’nin muhafazakarlığının bir devamıydı.

Beylerbeyi’nin bir başka büyük şairi daha vardı: Necip Fazıl.

Necip Fazıl ise, pek ananeye riayetkâr değil. Beylerbeyi’nde çok sevdiği at kıyafetiyle dolaşırdı.

Evet, Hâlet Çelebi, koltuğunda hiçeksik etmediği yüklü kitaplarıyla tam bir entelektüel tipiydi. Öyle Babıali, Cağaloğlu entelektüeli değil, Beyoğlu entelektüeli idi. Unutmamalı ki Beyoğlu’suz İstanbul, İstanbul olmaz, taşra olurdu.

Tünel - Galatasaray arasında dolaşır, Haşet Kitabevi’nde uzun boylu kalır, nihayet Löbon Pastanesi’ne gelirdi.

Löbon, o zaman Türk münevverleri için bir uğrak yeriydi. Kimler gelmezdi ki Löbon’a: Mithat Cemal Bey, Yusuf Ziya OrtaçBey, Orhan Seyfi Bey, Fikret Adil, Sait faik vs. vs;

Ressamlarımız, heykeltıraşlarımız da hepsi Beyoğlu’nu sever ve Beyoğlu’nda dolaşırlardı.

Löbon Pastahanesi de Haşet Kütüphanesi kadar mühimdi onlar için.

Galatasaray’da zannedersem Fikret Adil’in teşebbüsü ile kısa bir müddet süren bir lokal açılmıştı. Sanatsevenler isminde. Fakat çok kısa ömürlü olmuştu bu lokal.

Galatasaray’a gelmişken çok mühim, çok rağbet gören Çiçek Pasajı’nı, Beyoğlu Balık Pazarı’nı, Degüstasyon’u da unutmayalım. Hakikaten buraları tipik eski Beyoğlu idi. Ve çok rağbet görürdü. Bu toplantı yerlerinden maada şairleri, edipleri sanatkarları evinde toplayan bir hanım vardı: Adalet Cimcoz. Adalet Cimcoz Hanım Avukat Mehmet Ali Cimcoz Bey’in eşiydi. Biz, hiçbu toplantılara iştirak etmedik, lakin hoş ve eğlenceli olduğunu söylerlerdi. Ve bir hafta süreyle o toplantının dedikoduları konuşulur, bizim kulağımıza da havadisleri hemen gelirdi.

Buraları seven, buralara devam eden Türkleri öyle tatlı su frengi, tatlı su Türk’ü zannetmeyiniz. Bilhassa Âsâf Hâlet Çelebi, bu zarif şairimiz tam bir Osmanlı idi. O kadar ki, evinde Ahmed-i Salis yemekleri pişirirdi. Aziz dostum, Beylerbeyi tepelerinde harikulade güzel bir köşkte otururdu. Bu köşk yakınlarda yanan, kül olan meşhur Hasip Paşa yalısının korusunun köşkü idi. Büyük bir arazi içinde, çok büyük, çok güzeldi. Pencereleri yere kadar inerdi. Büyük sofası ve büyük sofadan yukarı sofaya çıkan emsalsiz çift bir merdiveni vardı ve hiçbir yerde görmediğim yalnız Çengelköyü’nde Sadullah Paşa Yalısı’nda bulunan mutrip heyetine mahsus bir mahfel vardı. Büyük arazi ise vaktiyle itinalı bir bahçe, bir park olduğunu gösterir emareler, havuzlar, küçük köprüler, hala mevcut idi.

Büyük ve zarif şairimizin derin ve mistik bir ruhu vardı. Daha bugün gibi, hiçanlamaksızın, sevmeksizin, moda olsun diye akın akın Konya’ya gitmeden çok evvel Âsâf Hâlet Çelebi’nin Hazreti Pir Mevlâna’ya büyük ve sonsuz bir aşkı vardı. Mesnevi-i Şerif’i yazıldığı lisanda, yani Farsça okur ve Cenab-ı Pir’in rubailerini Fransızcaya tercüme ederdi.

Çelebi, Galatasaraylıydı. Konuşamaz, fakat iyi Fransızca bilir ve tercümeleri pek güzel idi. Paris’te şark dillerinde yazılan kitabevlerinde tek bir Türk’e ait kitap satılırdı, o da Âsâf Hâlet Çelebi’nin tercüme ettiği Rübailer’di.

Âsâf Hâlet Çelebi yalnız İslam tasavvufuna değil, bütün şark, Asya ve uzak şark mistiğine derin bir vukufu vardı.

Buda hakkında gayet kıymetli bir kitabı vardır. Ve şiirleri içinde Buda’yı ve Çin’i terennüm ederdi. Fransızcası Galatasaray’dan lakin Osmanlıcası, Farsçası ve bütün kültür hazinesi, misli bulunmaz babası merhum ve mağfur Halet Çelebi Beyefendi’den geliyordu.

Kendilerini tanıdığım zaman bir hayli yaşlı idiler. Fakat güzelliklerinden, zarafet ve kibarlıklarından bir şey kaybetmemişlerdi. O ne nezaket ne zerafet ve o ne terbiye. Bu görülmemiş, misli olmayan bir kültür, bir medeniyet idi. Çelebi adı nereden geliyordu?

Hakikaten Cenab-ı Pir’in neslinden mi geliyordu, bilmiyorum. Fakat Hazreti Mevlana’nın yolunda olduğu muhakkaktı. Oğlu Âsâf ı’da pek güzel yetiştirmiş, kendisinden, ruhundan pek çok şey vermişti.

Büyük müsteşrik Massignon’u ilk defa Âsâf Çelebi’den tanımıştım. Bütün kitapları kendisinde vardı. Tabii, şaheseri olan Hallac-ı Mansur hakkında yazdığı kitap da vardı.

Massignon’u İstanbul daha tanımıyordu. Ve kitapları daha Türkiye’de hiçyoktu. Belki bugün dahi yoktur.

Kışa yakın yağmurlu bir sonbahar gününde tepeye çıktım. Âsâf Hâlet Çelebi’ye gidiyordum.

Kendisi evde idi ve ud çalıyor, küçük, hazin bir sesle Dede Efendi’nin ilahilerini söylüyordu.

Beni görünce çok sevindi:

Çelebi, vedaya geldim, Paris’e gidiyorum, dediğimde Çelebi çocuklar gibi hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı o gün.
 

Birkaçsene gurbette kaldıktan sonra hamdolsun vatana, vatan içindeki vatanım olan Beylerbeyi’ne, evime kavuşmuştum. İlk ziyaretlerimden birisi yine Çelebi’ye oldu. Beni görünce yine çok sevindi. Çelebi’nin bütün ümidi ve emeli Boğaz Köprüsü’ndeydi. Boğaz Köprüsü olacak, arazi fiyatları yükselecek, kendisi de yüksek fiyatla köşkü ve araziyi satıp Paris’e gidecek;

Bana soruyordu: Ben Paris’e yakışır mıyım?

Hem de nasıl çok yakışırsınız. Şimdiden sizi görüyorum. St. Germain’de kitaplarınız koltuğunuzun altında piyasa edişinizi ve bir kahvehaneye girişinizi görüyorum. Yakışır mıyım?’ne demek? Sizsiz St. Germain noksan, siz St. Germain’i tamamlayacaksınız, derdim. Çok mesut olurdu. Bütün şarklılar gibi çok şarklı olan Çelebi de Avrupa’yı, bilhassa Paris’i çok severdi. Görmeden tutkundu. Âsâf Hâlet Çelebi’nin Leyla’sı Paris idi. Tıpkı Yahya Kemal Bey’in olduğu gibi;

Paris’te müze Girme’de yapılan Hazreti Mevlana İhtifali’nde Türk olarak tek ismi geçen kimsenin kendisi olduğunu ve tercüme ettiği Rübailer’in okunduğunu söylediğim zaman mest-ü harab oldu.

Evet, aziz dostum Boğaziçi Köprüsü’nü göremeden, emelleri, hayalleri hakikat olamadan arkasından kıymetli kitaplarını tek oğlu olan Ömer Çelebi’yi, eşi Nermin Çelebi’yi bırakarak daha gençdenecek bir yaşta göçtü. Allah’ına kavuştu. Makamı nur olsun. Âmin!..

Ferman büyük yerden; 

Tam bir İstanbul efendisi olan Âsâf Hâlet Çelebi’ye vefatının altmışıncı yılında bir kere daha Allah’tan rahmet niyaz ediyorum, makamı cennet olsun diyorum.