Bolluk ve refah içindeyken ahlaklı görünmek daha kolaydır. Daha yardımsever, daha güleryüzlü, daha cömert, daha kibar ve hatta daha dürüst…Oysa bitmesinden endişe duyulmayan bir serveti cömertçe yoksullara bağışlamak kişiyi yüce gönüllü yapmaz. Aynı şekilde hiçbir olumsuz neticesinden endişe duyulmayan durumlarda doğruları söylemek, dürüstlük adına yeterli sayılmaz. Asıl erdem tüm olumsuz sonuçlarını göze alarak haklının ve doğrunun yanında olabilmektir. Gelecek endişesi taşımayan tuzu kuru bir sınıfın medeni ve ahlaklı görünmesi doğaldır. Dezavantajlı kesimlerdeki ahlaki yozlaşmanın artışı ise genellikle ekonomik zorluklardan kaynaklanmaktadır. İnsanlar temel ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çekerken, dürüstlüğün ve etik değerlerin bir kenara bırakılması kaçınılmaz hale gelebilir. Covid-19 salgınında sınırlı kaynakların tükeneceği kaygısının zengin elitleri bile nasıl tuvalet kağıdısavaşlarının içine soktuğunu görmüştük. Dünyanın tüm kaynaklarını sömürerek elde ettikleri refah içerisinden dünyanın yoksul halklarına insanlık ve medeniyet dersi verenlerin gerçek yüzü böyle bir felaketle ortaya çıkmıştı.
Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho'nun bol ödüllü filmi “Parazit”, sosyoekonomik kutuplaşmanın ahlakî sonuçlarıyla ilgili bir analiz sunuyor. Filmde Seul şehrinde bir apartmanın bodrum katında yaşayan Kim ailesi ile özel tasarım evlerinde gösterişli bir hayat süren Park ailesinin karmaşık hikayesi anlatılmaktadır. Yoksul Kim ailesinin oğulları özel İngilizce öğretmeni olarak Park ailesinin evinde çalışmaya başlar. Ardından kız kardeşi, anne ve babasını da bu gösterişli hayata dahil etmeye çalışır. Evin diğer çalışanlarını yalan, iftira ve türlü ahlaksızlıklarla işten kovdurarak kendi ailesinin yeni hizmetliler olarak işe başlamasını sağlar. Artık yoksul Kim ailesinin çocukları İngilizce öğretmeni ve sanat terapisti olarak, babası evin şoförü ve annesi yeni hizmetçi olarak çalışmaktadır. Filmin bu bölümlerinde iyi niyetli Parkların evine birer parazit gibi sızan Kim ailesi, tüm çirkeflikleriyle yansır; yalancı, düzenbaz ve pis.
Örnek bir hayat süren Park ailesi ise olan bitenden pek haberdar değildir. Evin annesi hayır işleriyle, babası da para kazanmakla meşguldür. Hiçbir taşkınlıkları olmayan çocuklar, anne-babalarıyla uyum içindedir. Çalışanlarına karşı ise oldukça kibar davranırlar. Ancak filmin bu bölümlerinden kiralık yardımcılarla sürdürülen bu konforun iç yüzündeki çirkinlik pek görünmez. Parkların kendi işlerini yapamayacak kadar tembel ve kibirli oluşları, Kim ailesiyle aralarına kurdukları gizli duvarlar henüz izleyiciyi rahatsız etmemektedir.
Senaryonun ilerleyen bölümlerinde aç karınlarını doyurmak için yemek çalan, ekonomik güvencesini korumak için yalana ve iftiraya başvuran Kim ailesinin çaresizliğiyle empati kurmamak gittikçe zorlaşır. Parklar kötü niyetli ve zorba değildir ancak kayıtsızlıkları etraflarında dönen kötülüklerin başlı başına sorumlusudur. Filmde yalan, hırsızlık ve sahtekarlıkta birbirleriyle yarışan Kim ailesinin ahlaksızlığı o kadar göz önündedir ki, onları bu hale getiren asıl sebebin Park ailesinin gösterişli hayatı olduğu gerçeği ancak filmin sonunda belli belirsiz gün yüzüne çıkar ve filmin adı olan “parazit”in aslında Kim ailesi değil, savurgan lüks yaşamlarıyla toplumdaki gerçek ahlaki belayı temsil eden Parklar olduğu anlaşılır.
Film, toplumsal sınıf çatışmalarının sadece ekonomik değil, aynı zamanda ahlaki bir yıkıma da neden olabileceği gerçeğini vurgular. Kim ailesinde alışkanlık halini alan hırsızlık, dolandırıcılık ve ikiyüzlülük bir varoluş mücadelesinin doğal sonuçları olarak görülüyor. Karşıt bir şekilde Parks ailesinin alicenap, saygılı, çalışkan ve dürüst görünmelerinin de ahlaki gelişmişliklerinden değil zenginliklerinden kaynaklanan bir yanılsama olduğu filmin sonunda birer canavara dönüşmelerinden anlaşılıyor. Filmin senaristi ve yönetmeni Joon-ho eserini “kötü adamsız bir trajedi" olarak tanımlasa da senaryodaki trajedinin kötü adamı modern kapitalizmin kendisidir. Zira kurguda antagonist bir karakter olmamasına rağmen filmin sonunda kan gövdeyi götürmekte ve pek çok masum ölmektedir. Sınıf çatışmasının kendilerini getirdiği noktada tüm karakterler aslında birer “kurban”dır.
Tüm dünya ölçeğinde yapılan araştırmalar orta sınıf gençlerin çoğunlukla gelecekte daha iyi bir hayat umudu taşımadıklarını gösteriyor. Çalışarak kazanılacak bir refah onlar için artık çok uzak. Bu durum tembelliğe ve gayriahlakî yollardan bir rahatlık arayışına sebep oluyor. Son zamanlarda sosyal medyadan yansıyan gösterişli hayatlara duyulan öfke patlamasının ardında yatan sebebin de bu olduğu görülüyor. Görgüsüzce teşhir edilen lüks ve konfor, bu hayatlara öykünen ve çalışmanın gücüne inanmayan milyonları doğurdu. “Zambaklar çürüdüğünde yabani otlardan da kötü kokarlar.” diyordu Shakespeare. İmtiyazlı sınıfın ellerinde bulundurdukları güç ve parayı savurganca kullanması, dezavantajlı kesimde bu hayata ulaşmak için her yolun mübah görülmesine sebep oldu. İnsanî erdemleri hiçe sayarak öykündükleri zambaklarsa çoktan çürümüştü.