Cuma namazını İstanbul’un merkezinde herhangi bir camide kılmak için yola çıktım. Üsküdar iskelesine gelince, sahile yakın camilerde salâsesleri yükselmeye başladı. Ne yazık ki iskeledeki kalabalığın gürültüsü, Cuma salâsını bastırıyordu. Bu ilahi sadayı kimse dinleme edebini göstermiyor, gürültü kirliliği olanca kesafetiyle devam ediyordu. Bu azaptan bir an önce kurtulmak için, geminin yanaşmasını, kapının açılmasını sabırsızlıkla bekliyordum.
Derken vapur geldi, kapı açıldı. Birbirini ite kaka ilerleyen kalabalığın ve kabalığın arasında ben de içeri girip ikinci katta münasip bir koltuğa oturdum. Her zaman olduğu gibi, küçük çantamdaki kitabı çıkarıp okumaya başladım. Eminönü’ne gelince cumayı nerede, hangi camide kılayım diye kısa bir tereddüt yaşadım.
Tereddütüm dediğim gibi uzun sürmedi ve ayaklarım beni Piri Mehmed Paşa Camii’ne götürdü.
Zeyrek Camii ile Şebsefa Hatun Camii’nin arasında yer alan bu şirin ve zarif mabed aynı zamanda Mehmed Emin Tokadi hazretlerine de komşuluk yapıyordu.
Hazretin türbesinde Kur’an okuyan, dua eden ziyaretçilerin büyük çoğunluğunu hanımlar teşkil ediyordu. Camiye girince sık sık şahit olduğum nahoş manzaralardan biriyle burada da karşılaştım. Sağımdaki vatandaş, sanki yatan taş gibi bir görünüm arz ediyordu. Direğe sırtını dayayan, ayaklarını kıbleye doğru uzatan, su şişesini de soluna yerleştiren bu zat sürekli cep telefonuyla meşgul oluyordu. Tabii ki hocanın anlattıklarını da dinlemiyordu.
Hoca efendi, kürsüde namazın ve namaz vakitlerinin önemini dile getiriyordu. Bir ara sözü 'Kur’an Müslümanlığı'na getirdi ve kısaca şunu söyledi: Bazıları, bize Kur’an-ı Kerim yeter diyorlar. Halbuki İlahi Kitabımızda namaz emrediliyor ama nasıl kılınacağı belirtilmiyor. Biz, beş vakit namazın nasıl edâedileceğini Peygamberimizin uygulamalarına bakarak öğreniyoruz. Evet, Kur’an-ı Kerim bize yeter, lakin Resul-ü Ekrem’le O’nun mübarek hadisleriyle, kutlu sahabileriyle, hatta büyük İslam âlimleriyle yeter.
Hocanın bu isabetli cümlelerini dinleyince ben de içimden anlayana bu kadarı bile yeter dedim.
Ne dersiniz, biraz da bu caminin bânisi olan Piri Mehmed Paşa’dan bahsedeyim mi?
Adı geçen Paşa hem Yavuz Sultan Selim hem de Kanuni Sultan Süleyman devrinde sadrazamlık görevinde bulundu. Yavuz, Çaldıran seferine çıkınca İstanbul’u ona emanet etti. Padişahın güvenini kazanan Piri Paşa, 1517’de Yunus Paşa görevinden azledilince sadrazamlığa getirildi. Kaynakların belirttiğine göre, Çaldıran seferinde zor günler yaşayan Yavuz’a, düşman hakkında bilgi almak amacıyla istihbarat teşkilatı kurması için telkinde bulundu. Sadrazamlığı sırasında bu teşkilatı daha da geliştirip Osmanlı Devleti’ne hizmet etti.
Soyu, Şeyh Cemaleddin-i Aksarayi hazretlerine dayanan Piri Paşa aynı zamanda ilmiye mesleğine de mensuptu. İbrahim Alaeddin Gövsa, 'Meşhur Adamlar'da onun, Mesnevi’nin bir kısmını ve Şahidi Manzumesi’nin tamamını 'Tuhfe-i Mir' ismiyle şerh ettiğine dair bir not düşüyor. Merhum, Silivri’de yaptırdığı caminin haziresinde yatıyor. Ne garip bir tecellidir ki, 1522’de emekliye ayrılınca yerine geçen İbrahim Paşa, oğlunu kandırdı, o sırada Adana kadısı olan oğlu Mehmed, yaşlı babasının macun hokkasına zehir katarak ölümüne sebep oldu.
Hoş bir fıkra olduğu için nakledeyim.
Piri Mehmed Paşa bir gün, Yavuz padişaha, devletlu hünkarım! Bunca vezirinizi ahiret seferine çıkardınız. Benim idam fermanımı da ne zaman vereceksiniz. Lütfen söyleyin de meraktan kurtulayım, diyor. Karşısında aslanların bile titrediği Yavuz Sultan Selim Han, hafifçe gülümsedikten sonra, 'Düşünmüyor değilim, fakat yerine henüz adam bulamadım!' cevabını veriyor. Ne cevap ama!..
Görüyor musunuz? Camilerin hikâyesi, biraz da onları yaptıran Osmanlı devlet adamlarının macerası olarak karşımıza çıkıyor.