Eski kitapçılara gidip de yeni keşiflerde bulunmanın ne kadar zevkli bir meşguliyet olduğunu bu işle uğraşanlar gayet iyi bilirler. Hamdolsun, bendeniz de bu hazzı sık sık tattığım için kendimi mutlu insanlar grubuna dahil ediyorum. Kadıköy’de arada bir uğradığım kitapçılardan biri de Yüksel Bey’dir. Merhum Abdülbaki Gölpınarlı’nın mahdumu olan Yüksel Gölpınarlı, kısa bir süre önce dükkânını Üsküdar’a taşıdı. Yüksel Bey’in dükkançesi öyle sıradan bir kitap satış yeri olmayıp bir muhabbet meclisi özelliğini de taşıyor. Burada sık sık bir araya gelen kitap dostları, çaylı pastalı sohbetlerin tadını çıkarıyorlar.
Karadavut Paşa Camii’nin karşısındaki bu kitap hazinesine geçen gün bir kere daha uğradım. Kısa bir sohbetten sonra rafları karıştırmaya başladım. Birkaçkitap, üçbeş eski dergi seçtim. İsterseniz önce kitaplardan başlayayım.
Bundan otuz yıl önce Kültür ve Turizm Bakanlığı 'Türk Büyükleri' adı altında bir seri yayınlamıştı ve ben bunların hemen hemen hepsini kütüphaneme kazandırmıştım. Bir Ali Ekrem Bolayır biyografisi eksikti. Onu da o gün alma şansına kavuştum. Namık Kemal’in oğlu olan Ali Ekrem Bolayır, 'Türk Büyükleri' dizisinin 46. kitabını teşkil ediyor.
Satın aldığım ikinci kitap 'Hayatın İçinden' adını taşıyor. Merhum Ahmet Aydın Bolak’ın TRT İstanbul Radyosu’nda yaptığı konuşmaları içine alan bu eser, kültür dünyamıza bol ışıklı bir projektör tutuyor. Adı geçen kitapta Hasan Basri Çantayla ilgili bir hatıranın da yer aldığını görünce hiçdüşünmeden onu da bir kenara ayırdım.
Üçüncü kitaba gelince, o da Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi hazretleriyle ilgili olup kapakta Hazret’in elinde Kur’an bir de resmi bulunuyor. Kaliteli bir kâğıda basılan eserde Gümüşhanevi dergahıyla, camisiyle, kütüphanesiyle ilgili fotoğraflar da bulunuyor. Ehli irfanın cazibe merkezi olan bu dergâh İstanbul Valiliği’nin karşısındaydı ve ne yazık ki, Karakuşi bir emirle yıktırılmıştı.
Dergilere gelince, bunlar da 'Belleten', 'Türk Dünyası Araştırmaları', 'Türk Yurdu' ve 'Nesil' isimlerini taşıyor. Bunların hepsini de sırf içlerindeki bir veya iki önemli yazının hatırı için aldım. Mesela Ocak 1964 tarihli Belleten’de Faik Reşit Unat imzasıyla yayımlanan 'Başhoca İshak Efendi'nin hayatıyla ilgili makaleyi okuyunca ben de epey bir şey bellemiş oldum.
Nisan 1983 tarihli 'Türk Dünyası Araştırmaları', içindeki bir uzun makaleden dolayı dikkatimi çekti. Millet Kütüphanesi’nin eski müdürlerinden merhum Mehmet Serhan Tayşi ağabeyimizin kaleminden çıkan bu yazı, 'Şeyhülislam Seyyid Feyzullah Efendi ve Feyziyye Medresesi' başlığını taşıyor ki hakikaten okunmaya değer. Aslında bu makaleyi daha yayımlanmadan önce merhum bana vermişti, ama neşredildiği bu dergiyi de görünce dayanamayıp, o gün aldım.
Bazı önemli yazılar, onları kaleme alan müelliflerin kitaplarında bile bulunamayabiliyor. Böylece dergilerin sayfalarında, gazetelerin sütunlarında nisyana mahkûm oluyor. Bendeniz biraz da işte böyle mühim yazılarla karşılaşmak için eski dergileri gözden geçiriyorum. Nitekim o gün bunlardan birine daha rastladım. Kasım 1978 tarihli Nesil dergisinde merhum Doç. Dr. Mehmet Çavuşoğlu’nun 'Ali Nihat Tarlan’dan Unutulmaz Hatıralar' başlığıyla neşrettiği makale dikkatimi çektiği için bir çırpıda okudum. Divan edebiyatının gözde isimlerinden olan ve İstanbul efendisi diye bilinen merhum Ali Nihat Tarlan’a ait bu hatıraları, siz değerli okuyucularımla paylaşmak için aşağıya alıyorum.
Çavuşoğlu diyor ki:
'1958 yılında Edebiyat Fakültesi’ne girişimden bu yana tam yirmi yıl yanında yöresinde bulunduğum hocam Ali Nihat Bey, kâmil bir Müslüman, bir mutasavvıf ve bir ehl-i tarik idi. Üstelik ehl-i hal olduğunu ölümünden iki gün önce anladım ve son nefesini verişinden bir saat önce aynen şahid oldum. Hadise şöyle başladı:
Yakın sohbetinde bulunanların da bildiği üzere hoca bazı konuları, bilhassa kendi şahid olduğu veya duyduğu hikayeleri misal göstererek açıklardı. Bir gün bana, irade-i cüz’iyye bizim vehmimizdir’dedi. Bir büyük sofinin, havass için irade-i cüz’iyyeyi kabul, avam için ise inkar küfürdür’dediğini okumuştum. Hocanın bu meseleyi nasıl izah edeceğini merak ediyordum. Bana iki hikâye anlattı. Son birkaçyıldır anlattığı orijinal hatıraları tarih koyarak, ağzından çıktığı gibi tesbit ediyordum. Bunlar da o hatıralardandır ve 14 Haziran 1977 tarihinde kaydedilmiştir.
Bir gün param kalmadı, benim bütçe iflas etti. Kim bilir neden? Halbuki idareliyimdir. Harikzedeler’de oturuyoruz. Beyoğlu’ndan tramvayla eve geliyorum. Karaköy o sıralarda dar. Köprünün üstü açık. Yahu ne düşünüyorsun? Kendi düşünsün, elbette gönderir, dedim kendi kendime. Sirkeci’de tramvay durdu. Önde bir kaza olmuş. Allah Allah dedim, kendi kendime. Buradan da eve yaya yürüyeceğim. Babıali’ye doğru çıkıyorum. İnkılap Kitabevi’nin önünden geçerken Garbis seslendi: Beyefendi beyefendi, dedi. Bize iki sene evvel kitap bırakmıştınız. Satıldı. Sizi arıyorum. Defterden deftere geçire geçire bir hal olduk. Gittim. 42 lira verdi. Hemen aşağı indim, tramvaylardan birine bindim, eve geldim.
Birkaçdakika durduktan sonra şu hatırasını anlattı:
Yeni evliydim. Kadıköy’de, Tepekotra’da Hasan Paşa’nın üstünde Yahudi Maşatlığı’nda evimiz vardı. Kirası da 7 lira idi. Fevkalade parasız kalmış idim. Bir mecidiye kağıt para yirmi kuruş ki, “renginin kırmızılığından dolayı barbunya derlerdi” param vardı. Allah’ım, ne yapayım ben şimdi diye düşünmeye başladım. Hanım, ne düşünüyorsun Nihad Bey? Hafız Bakkal’dan borçalırız, nasıl olsa bir yere gitmiyoruz, dedi. O sırada bir telgraf geldi. Nihad, yarın bana gel. Ali Ekrem Bey’den. Dayımın oğlu ve aynı zamanda eniştem Vasıf Ağabey sabah çay içerken geldi. Sabahları ekseriya çay içerken uğrardı. Ondan 1 lira aldım. Arnavutköy’e, Ekrem Bey’e gittim. Gel bakalım Nihad’ım, dedi. Seni neye çağırdım biliyor musun? Ben tütün şirketinde meclis-i idare azasıyım, haberin yok. Bana hakk-ı huzur beş yüz lira verdiler. Elli lirasını Celile’me (hanım efendinin ismi) verdim, 25’er lira da Selma ile Beraet’e (kızlarının ismi) verdim. Gel bakalım, dedi. Şu içeride gördüğün yazıhaneyi açtı. Beş, on; .. yirmi beş lira da Nihad’ıma ayırdım, dedi. Bunları anlatıyorum ki siz gençlerde kuvve-i kalb olsun diye. Cenab-ı Allah, insanın imdadına böyle yetişir.
Hocanın ehl-i hal oluşunu anlayışım ve şahidliğim aşağıdaki hikaye ile ilgilidir.
Velayet mertebesinden bahsediyordu. Veli, dost, yani Allah’ın sevdiği demektir dedi. Kur’an’daki benim arşın altında velilerim vardır ki, onları benden başka kimse bilemez, mealindeki ayeti okudu. Bu meseleyi açıklamak için anlattığı hikâyeyi şöyle not ettim:
Topkapı haricindeki Bektaşi tekkesinin şeyhi Pilak (Arnavutça ihtiyar) Abdullah Baba’ya, Samih Rıfat ve Rıza Tevfik müntesip imişler. Bu zat çok şişmanmış. Bu sebepten arabayla gezermiş. Bir gün Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Abdülbaki Efendi ile rastlaşmışlar. Abdulbaki Efendi, bana bir vefat tarihi yazsana demiş. Baki Efendi, aman erenlerim demiş. Allah uzun ömür versin, vefat tarihi böyle yazılmaz. Baba, Baki Efendi, sen aklına geleni yaz. Ben senin dediğin tarihte ölürüm, demiş. Abdülbaki Efendi arada bir beyit veya bir mısra yazmış, Baba’ya vermiş. Baba da eyvallah demiş, öpmüş, fahriyesinin kenarına sokuşturmuş. Vefatı zamanında tacının içinde bu kâğıdı bulmuşlar. Mısraı hesaplamışlar. Abdülbaki Efendi’nin laf olsun diye yazıp hesabını bile yapmadığı tarih çıkmış. Bu hikayeyi Abdülbaki Efendi Ali Nihad Bey’e, Abdullah Baba’nın kerameti sadedinde anlatmış. Ben ise 20 Ağustos 1975 Çarşamba günü dinledim.
Hocanın ölümünden iki gün evvel, Perşembe günü, onu ziyarete gidememiştim. O gece rüyamda onu gördüm. Hastanesindeki odasında ziyaretine gitmiştim. Kendisine hastalığını unutturmak için her gidişimde şundan bundan laf açtığım için, aynı şekilde davranıp Pilak Abdullah Baba’yı hatırlıyor musunuz hocam, diyorum. Gülümsüyor. Sen, benim için ne yazdın bakalım, diyor. Aman hocam, Allah uzun ömürler versin, o nasıl söz, diyorum. Hastaneye yatmadan önce hastalığının arazlarını tarif ettiğim Profesör Necmettin Palvan anlatışımdan prostat kanseri metastazı ihtimalinin çok kuvvetli olduğunu söyledi. Onun teşhisine de inandığım için hocanın yolcu olduğunu son teşhis konulmadan 25 gün evvel biliyordum. Kendisini alıştırmak için, siz mutasavvıf bir insansınız, hayat mine’l-mahcub ile’z zahir, bir yolculuktur, diyorum. Hesapla şunu, diyor. Hesaplıyorum. Hicri tarihle 1358 çıkıyor. Sene ise 1398. Gelip kırklar dedi tarih mine’l mahcub ile’z zahir’dersin’, mısra tamam olur, diyor. Fakat üst tarafında ne diyeceksin, diye soruyor. Lafı kısa keserek konuyu değiştirmek için Edirneli Tahsin Baba’nın Erince ircii emri, derim Allah’a eyvallah’mısraının derim’kelimesini dedi’yaparız, diyorum.
Bu sırada uyandım. Saat sabahın 3.5’uğu. Hayret içindeydim. Kalkıp salona geçtim. Beyti yazarak altına 29 Eylül 1978 tarihini koydum.
Erince ircii emri dedi Allah’a eyvallah
Gelip kırklar dedi tarih mine’l-mahcub ile’z-zahir
O gün ziyaretine gittim. Kendi vefat tarihini yazdıran bu mübarek insanı temaşa ettim. 30 Eylül Cumartesi sabahı gördüğümde menhus hastalığın bütün uzuvlarını sardığı belliydi. Konuşmakta güçlük çekiyordu. Bu hastalık fena, bu kanser, dedi. Göz yaşımı tutamadım. Ona göstermemek için akşama tekrar geleceğimi söyleyerek ayrıldım. Akşam 20.50’de yanındaydım. Vaziyeti daha kötü idi. Ama ebediyetin eşiğinde duruyor gibi değildi. Neşelendirmek, zihnini meşgul etmek için bir şeyler anlattım. Ertesi sabah erken geleceğimi söyleyerek izin istedim. Gitmemi söyledi. Ayrılırken, rüyamda acaba bir manevi işaret mi var, diye aklıma gelen soruyu bertaraf etmek için Pilak Abdullah Baba’nın hikayesini biliyor musunuz hocam, diye sordum. Uyuklayan gözlerini açtı, gülümsedi. Biliyorum biliyorum, dedi. Ayrıldıktan bir buçuk saat sonra onun ebedi yolculuğa çıktığı haberini alıyordum.'
Bu satırlar kaleme alındığı sırada tarih 2018’in Kasım’ı idi. Demek ki Metinler Şerhi Profesörü Ali Nihad Tarlan Hakk’a yürüyeli tam kırk yıl geçmiş.
Mekânı cennet olsun!..