Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler,
Arif anı seyreyler,
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler
Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin bu dizeleri çoğumuzun dilindedir. Ressam Fehim İbrahimhakkıoğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin altıncı kuşak torunlarından. Çocukluğunun geçtiği Erzurum’u, Anadolu ve insan sevgisini, insanlığın vicdanı Kudüs’ü coşkuyla tuvale yansıtan bir ressam. Fehim Bey resimlerini alışa geldik malzemelerle yapmıyor. İlk yaptığı tablolarında yağlı boya kullanıyordu. 1963 yılından sonra çakıl taşları ile resimler yapmaya başladı. Yurt içi ve yurt dışında birçok sergi açan İbrahimhakkıoğlu, bugüne kadar ulusal ve uluslararası pek çok başarı kazandı.
Resim yaparken sizi saran duygu nedir?
Tablolarımı yaparken anlatılması güçbir ruh hali içinde oluyorum. Kendimi adeta sevgiliye kavuşan biri gibi hissediyorum. Aynı zamanda biraz da korkuyorum. “İstediğim neticeye kavuşacak mıyım, hemen mi yoksa uzun zaman sonra mı tablo benimle konuşacak?” gibi karışık heyecanlar yaşıyorum. Resim bittiğinde de bambaşka bir coşku kaplıyor yüreğimi. Tabloda istediğim uyumu sağlamayan bir taş kendisini gösterip, bana adeta “Beni buradan al” diyor. Tablo bitse dahi resimde yerini bekleyen bir çakıl taşı varsa uymayan taşı yeniden sökerim, hatta bütün taşları ve o taşı yerine koyarım. Çünkü taşlardaki uyum kâinattaki ahengi hatırlatır.
Taş gibi dedikleri şeyin ise aslında taş gibi güzel, taş gibi yumuşak, taş gibi sıcak olduğunu taşlarla resim yaparken onlarla kurduğum dostluk sayesinde hissettim. İnsan ile çakıl taşı arasında ruhsal bir bağın olduğuna inanıyorum. Yaptığım eserlere kendimi o kadar kaptırıyor, konunun içine o kadar giriyorum ki onlarla adeta konuşuyorum.
Her insanın ve özelde sanatkarın üslubunu oluştururken etkilendiği kişiler vardır. Siz kimlerden veya nelerden etkilendiniz fehim bey…
Etkilendim diyemem. Bu durumun oluşmasında hocalarımın tesiri de vardır. Şöyle ki Öğretmen okulundaki en büyük şansım olarak nitelendirdiğim resim öğretmenim heykeltıraş Burhan Alkar ve öğretmen okulu sonrasında Ankara’da iki sene ders aldığım Türkiye’nin en büyük renk ustalarından ve soyut resmin kilometre taşlarından olan hocam ressam Cemal Bingöl her ikisi de beni özgün olmam konusunda yönlendirdiler.
Özellikle sanata olan yeteneğimi fark eden hocam Burhan Alkar, özgün olabilen kişilerin sanatçı olabileceğini; gelecekte güzel eserler vermek istiyorsam, kendi yolumda ilerlemem gerektiğini söylüyordu. “Resim yapmaya devam edeceksin, ama bir başka ressamın etkisi altında kalarak değil. Yenilikleri kendinde ara, sakın kimsenin kopyası olma. Devamlı araştır ve bir şeyler kat, kendi yönünü bul. O zaman kendini anlatabilirsin!” şeklinde öğütler veriyordu. Hocalarımın öğütleri yolumu belirlememde etkili oldu ve kendi çizgimde ilerledim.
Günümüzde en büyük sıkıntılarımızdan birisi heyecansız olmamız. Size heyecan veren şey nedir bunu resme nasıl yansıtıyorsunuz?
Kültürel değerler, gelenekler, tabiat ve insan temalarının yanı sıra dünyadaki ve Türkiye’deki güncel olaylar, savaşlar, afetler de beni etkiliyor ve bunları tablolarımda anlatıyorum.
Anadolu, çocukluğumun ve gençliğimin hatıralarını barındırıyor. Bu hatıraların her biri hafızamda kültürümüzün zenginliği olarak yer etmiş, beni çok etkilemiştir. Anadolu’nun havasını teneffüs etmiş bir insan, dünyanın neresinde olursa olsun o havanın hasretini çeker. Resimlerimde hem bu hasreti hem de kültürel dokuyu yansıtmak, böylelikle yaşatmak istedim. Anadolu insanının toprağına bağlılığını, tevekkülünü, sadeliğini resimlerimle vermeye çalıştım. Çiftçileri, hastaları, kömür toplayan çocukları resmettim. Halkın yaşantısını konu edinen tablolar yaptım. Bizden olanı yaparken kendimi daha özgür ve iyi hissettim. İnsanın içinden çıktığı ortam sanat anlayışının temelidir. Ne kadar uzaklaşsanız da bu bağı koparıp atamazsınız.
İstanbul sahip olduğu kültürel zenginliklerle tabii bir müze. Bu durum hem bu topraklarda yeşermiş olan medeniyetler, hem de bizim geçmişimiz ile olan bağımızı dillendiriyordu. Daha yakından tanıma merakı uyandırdı. Kültürel farklılıklardan doğan bütün bu eserlerin emanetçisi olduğunu bilmek çok güzel bir duyguydu. İstanbul’a daha geniş perspektifden bakmama vesile oldu. İstanbul tarihi eserleri, camileri, müzeleri, çeşmeleri, denizi, gemileri, martıları velhasıl bütün güzellikleri ile tablolarımı süsledi.
Ayrıca İstanbul hareketli, dinamik bir şehir. Evden çıkınca adeta yaşadığınızı anlıyorsunuz. Kentin kalabalığında iş yerine gitmek için koşturan insanların arasına karışıp vapura bindiğinizde martıların muhabbeti ile karşılaşırsınız. Bir yandan gemiyi takip ederken diğer yandan insanların ellerinden simitleri kapmaları esnasında yaptıkları zarif hareketleri seyretmenin ayrı bir hazzı vardır. Bu güzel tabloya güneşin doğuşu, batışı da eklendiğinde insana derin ilhamlar verir. Tuale koyacağım renkleri sanki bu karelerdeki o ışıklardan alıp resimlerime aktardım. Böylece daha lirik eserler ortaya çıktı.
Baktığım, gördüğüm her şeyde etkilendiğim görüntüleri tuvale dökmeye çalıştım. İnsanlar İstanbul’u bir de benim gözümle seyretsinler, tablolarıma bakarken şehrin güzelliklerini daha derinden hissetsinler istedim.
Çakıl taşları ile resim yapma fikri nasıl doğdu…
Sanatta yeni arayışları kültür geleneğinin bir devamı olarak görüyorum. Sıcak ve soğuk renkleri, derinliği, perspektifi bilen biri olarak yağlı boya tablo benim için çok kolaydı. Ben de herkesten ayrı bir çizgide olmak, yeni bir ekol oluşturmak istiyordum. Tabiatta gördüğümü, ondan bana yansıyanı gerçeğe çok daha yakın olarak nasıl resmedebilirim diye resimde boyanın dışında malzeme arayışım beni çakıl taşlarına yöneltti. Yarım asırdan uzun bir süredir resim hayatımda materyal olarak kullandığım çakıl taşları aklıma ilk Toprak Su Genel Müdürlüğü’nde çalıştığım dönemde bir fuar düzenlenmesi için gittiğim Trabzon şehrinin sahilinde düştü.
Akşam saatlerinde deniz kıyısında güneş ışınlarının suyun altına geçtiğinde kırılarak çakıl taşlarıyla yaptığı dansı, çakıl taşlarının renk cümbüşünü gördüm. Büyülenmiş gibi baktığımı hatırlıyorum. Sıcak ve soğuk renkler kendi aralarında birbirleriyle ahenk içindeydiler. Gölgeleri bile o kadar harika görünüyordu ki onları bir tabloyu seyreder gibi seyrettim. Denizin dalgası vurunca her biri adeta soyut resme dönüşüyordu. Onları seyrederken kendime neden resimlerimde çakıl taşını kullanmayayım dedim. Çakıl taşlarını tuvallerimde hayal ettim. Toplayabildiğim kadar çakıl taşını topladım.
Kayıtlara ‘Varto Depremi’ olarak geçen Muş’un Varto ilçesinde büyük bir yıkıma neden olan ve 2 bin 394 kişinin hayatını kaybettiği, binlerce insanın yaralandığı doğal afetin gerçekleştiği dönemdi. Ülkeyi sarsan depremi kendi lisanımca anlatma ihtiyacını hissettim. Evi harap olan bir annenin kızı ile oğlunun göğsüne yaslanmış hali beni derinden etkiledi. Erkek evlat olduğu için ondan medet umuyorlardı. Bu anı, guaj boyayla yaptığım tuvalime yansıttım. Boyalar biraz fazla kalın olduğundan zamanla dökülmeye başlamıştı. Boyaları dökülen guaj tabloma çakıl taşlarını döşeme fikri geldi aklıma.
Kardeşim Belkıs İbrahimhakkıoğlu ile bir gece sabaha kadar uğraşarak çakıl taşlarıyla ilk denemeyi yaptık. Sabah güneşin ilk ışıkları ile resmi tamamladık. Geçtik karşısına oturduk. O an çok müthiş bir güzellik ortaya çıktı. Tablonun ihtişamını görünce o heyecanla Erzurum’dan eski adı Kân olan Dadaş Köyü’ne kadar koştuğumu hatırlıyorum. O gün bugündür de aşkım hiçbitmedi, çakıl taşlarının peşinden koşmaya devam ediyorum.
Ayrıca hocam Burhan Alkar’ın öğüdünü de gerçekleştirmiş oldum. Resmi alışılmış bütün üslup, teknik ve tarzların dışında çalışmış, bu akımın ilk temsilcisi olmuştum. Doğanın en sert parçasında, sanatı en estetik haliyle yakalayan bir bakış açısı sunmuştum. Renk ve şekil bakımından ilk bakışta sınırlı gibi gözüken bir malzemeyle, sanatın sınırsızlığını ve güzelliğini göstermiştim.