Vefatının altmışıncı yıldönümü dolayısıyla Yahya Kemal Beyatlı hakkında yazılan kitapları bir kere daha gözden geçirme kararı alınca önce Hilmi Yücebaş’ın 'Bütün Cepheleriyle Yahya Kemal Hayatı Hatıraları Şiirleri' isimli eseriyle başladım. Kırkambar’ı andıran bu kitabın başında Edip Ali Baki imzasıyla yer alan bir yazıdaki şu cümle dikkatimi çekti: 'İbn-i Kemal, Namık Kemal, Yahya Kemal, irfan tarihimizde kendileri birbirinden uzak gölgeleri, izleri birbirine yakın büyük üçler; '

Cümle güzel olmakla beraber eksik kalmış. Ben, bu üçisme bir dördüncüyü daha ekleyip dört dörtlük yapmak istiyorum. Evet, İbn-i Kemal, Namık Kemal, Yahya Kemal ve Mahmud Kemal kültür dünyamızın dört önemli ismi olup dördü de adlarını tarihe altın harflerle yazdırmışlardır. Yahya Kemal, 'Hezar gıbta o devr-i kadim efendisine' mısraıyla Mahmud Kemal’e duyduğu muhabbeti dile getirdiği gibi, Mahmud Kemal de, ben 'Sabih' isimli romanımı Namık Kemal’in 'Cezmi'sine özenerek yazdım demek suretiyle büyük vatan şairine zımnen teşekkür etmiştir.

Bu üçbüyük zat, yani İbn-i Kemal, Namık Kemal, Yahya Kemal eserleriyle ilim ve irfan dünyamızı zenginleştirdikleri gibi, Mahmud Kemal de kitaplarıyla biyografi sahasında büyük hizmetlerde bulunmuştur. Bununla da yetinmeyen üstad, mal varlığını da hayır kurumlarına bağışlamak suretiyle çok sevdiği bu milletin evlatlarına maddeten de destek olmuştur. Nitekim Yusuf Ziya Ortaç'Portreler' isimli kitabında bu konuyu dile getirip şunları söylüyor:

'İbnülemin Mahmud Kemal, seksen yedi yıllık hayatının yetmiş yılını okumak, aramak ve yazmakla geçirmiştir. Eli, hasis denecek kadar sıkıydı. Yemezdi, içmezdi ve giyime, kuşama para harcamazdı. Ama bir ömür boyu sabırla, cömertlikle topladığı kitapları üniversiteye ve biriktirdiği altınları yalnız hayır işlerine bağışlayacak kadar asil bir cömertlik göstermiştir.

Kendi eliyle hazırladığı vasiyetnamesinde: Zeynep Kâmil Hastahanesi’ne yüz altın, Gureba Hastahanesi’ne seksen altın, Verem Hastanesi’ne altmış altın, Darüşşafaka’ya yüz altın, Darülaceze’ye seksen altın bıraktı.'

Bu hayırsever tarihçimizin ve biyografi bilginimizin tam adı 'İbnülemin Mahmud Kemal İnal' olup kısaca 'İbnülemin' diye bilinmektedir.

Esefle belirtelim ki, bunca eser kaleme aldığı, kitapları Milli Eğitim Bakanlığı’nca yayımlandığı, böylece kültür dünyamıza büyük bir hizmette bulunduğu halde merhum yeteri kadar tanınmıyor. Onu tanıdıklarını, eserlerini okuduklarını iddia edenler bile hem adını hem kitaplarının isimlerini yanlış yazıyorlar. Maalesef bunların arasında en yakınları bile bulunuyor. Tabii ki bu karıştırma işi bazen cehaletten, ama daha çok dikkatsizlikten kaynaklanıyor. İsterseniz sondan başa doğru giderek birkaçörnek vereyim.

Handan İnci Hanım tarafından yayına hazırlanan 'Tahkikât-ı Edebiye' isimli kitabın baş tarafında 'Son Asır Türk Sadrazamları' diye kaydedilen isim yanlış olup, doğrusu 'Son Asır Türk Şairleri'dir. Aşağıdaki satırları 'Tohum' dergisinin 25. sayısından alıyorum: 'Küçük yaştan itibaren babasının (Mustafa Sabri Efendi’nin) engin kültürüyle beslenen İbrahim Sabri, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’in Son Devir Şairleri’adlı eserinde kendisine oldukça geniş yer verirken, fikir yönü kuvvetli büyük bir Türk şairidir. Burada geçen 'Son Devir Türk Şairleri' de hatalıdır, doğrusu keza 'Son Asır Türk Şairleri' olacaktır.

Yakın tarihimizin Mevlevi büyüklerinden Mithat Bahari Beytur da aynı hataya düşüp üstadın ismine küçük bir ilavede bulunuyor. Merhum, Feridun Nafiz Uzluk’a gönderdiği mektupların on dördüncüsünde İbnülemin’in yukarıda adı geçen muhalled eserini kastederek şöyle bir cümle kullanıyor: 'Mahmud Kemaleddin Bey’in maziyi ve hali tesbit eden bu mecellesi, şayan-ı takdir bir hizmettir, himmettir.' Hemen belirteyim ki bu mecellenin müellifi Mahmud Kemaleddin değil, Mahmud Kemal’dir.

Başta da belirttiğim gibi İbnülemin Bey’i çok yakından tanıyan ve eserleri hakkında övücü yazılar kaleme alan çağdaşları arasında bile böyle hatalar yapanların olduğunu görüyoruz. Mesela Mithat Cemal Kuntay, 'Sahici Kitap' başlığıyla Cumhuriyet Gazetesi’nde neşrettiği yazıda, İbnülemin’in bu en büyük eserinden bahsederken 'Son Türk Sadrıazamları' diyor. Merhum Mehmet Zeki Pakalın, ise buna şöyle cevap veriyor: 'Müellifi ile birlikte göklere çıkardığı kitabın ismi  Son Türk Sadrıazamları’değil, Osmanlı Devrinde Son Sadrıazamlar’dır.'

Aynı vahim yanlışı, Mithat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Mithat’ın İbnülemin Bey’e cevap mahiyetinde kaleme aldığı yazıda da görüyoruz. O da üstadın bu şaheseri olan 'Osmanlı Devrinde Son Sadrıazamlar'dan 'Eski Sadrıazamlar' diye söz ediyor ve tabii ki halt ediyor. (Sözlükte, 'halt etmek', karıştırmak diye açıklanıyor)

Bir gün aynı arabada yolculuk yaptığımız bir yazar arkadaşım, söz arasında bugünlerde hangi eser üzerinde çalışıyorsunuz, diye sordu. İbnülemin Mahmud Kemal hakkında araştırma yapıyorum, dedim. Sık sık ekranlarda da arz-ı endam eden bu arkadaş, çok bilmiş bir eda ile 'Ha.. Yavuz Sultan Selim’in şeyhülislamı olan o büyük zatı mı çalışıyorsunuz' sorusunu yöneltti. Şaşkınlığımı belli etmemek için kendimi zor tuttum. Hayır, İbn-i Kemal değil, İbnülemin Mahmud Kemal, cevabını verdim. Belli ki arkadaş aralarında yüz yıllar bulunmasına rağmen bu iki büyük şahsiyeti, İbn-i Kemal ile İbnülemin’i birbirine karıştırmıştı.

İbnülemin Mahmud Kemal İnal merhum, bugün hayatta olsaydı da isminin ve eserlerinin böyle yanlış yazıldığını görseydi kim bilir o şahane asabiyetiyle nasıl öfkelenirdi.

EDEB YÂ HU

Rahmetli Altan Deliorman’ın 'Türk Yurdunun Bilgeleri' isimli kitabını bugünlerde bir kere daha okuyorum. 2009 yılında Timaş Yayınları arasında neşredilen eser biyografilerden oluşuyor. Altan Deliorman nefis Türkçesi, anlattığı şahsiyetlerin hafızalara daha iyi yerleşmesine yardım ediyor.

Kitapta portresi ilk çizilen şahsiyet merhum Prof. Dr. Erol Güngör. 'Erken Düşen Yıldız' başlığı altında kaleme alınan satırları gözden geçirirken Erol Bey’in ilmi şahsiyeti, tahlil gücü yanında edebine ve hassasiyetine de şahit oluyoruz.

Bilindiği gibi, Erol Güngör’ün hocası Prof. Dr. Mümtaz Turhan’dır. Altan Deliorman’ın anlattığına göre, Erol Bey’in bir erkek çocuğu dünyaya gelince adını 'Turhan' koyuyor. Neden 'Mümtaz' adını koymayıp 'Turhan'ı tercih ettiğini soranlara ise, oğlu ileride olumsuz ve yakışıksız hitaplara maruz kalırsa o adın hatırasına saygısızlık olabileceğini söylüyor.

Merhumun bu cevabını okuduktan sonra şu soru aklıma geldi: Çocuklarına Efendimizin 'mim' harfiyle başlayan mübarek ism-i şerifini koyanlar acaba neden aynı hassasiyeti göstermiyorlar? Hiçşüphe yok ki bu isim, onu taşıyanlar için bir şeref madalyasıdır. Lakin o madalyayı taşımak da büyük sorumluluk ister. Ecdadımız bunu çok iyi bildiği için Muhammed’i önce Mehemmed, sonra da 'Mehmed' yapıp konuyu halletmiştir.

Peki, Efendimizden 'Muhammed' peygamber diye söz eden müsteşrik ağızlı nevzuhur ilahiyatçılara ne diyeceğiz?

Edep yâhu, diyeceğiz.