Çocukken Gülhane Parkında piknik yapardık. Çok giderdik. Hayvanat bahçesi denen yer dışında her köşesini severdim. Yeryüzünde Hayvanat Bahçesi diye bir şey olmasına karşıyım. Hiçbir canlı kafesle doğmadı zira.
Sonbaharda Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesi`ne çıkan o geniş yolu ve yol üzerine dökülmüş çınar yapraklarını seviyorum. Küçük ayaklarımla koşturduğum yollarda sarı ve kahverengine dönmüş, içine kapanmış yapraklarla oyun oynardım. Ağaçların yapraklarını neden düşürdüğünü düşünürdüm. Onların birer mektup olduğunu zannederdim. Kocaman ağaçlar mektup yazıp dünyaya bırakıyorlardı birileri okusun diye. Ağaçların arkasına saklanıp bekledim biri gelip de mektupları toplayacak ve okuyacaktı. Fakat hiçbir zaman hiçkimse gelmedi.
Sonra akşam oldu. Çocuk tiyatrosu zamanı; Sahneye İbiş çıktı. En sevdiğim. Duramadım ve sahnenin arkasına gittim. Bir baktım ki İbiş, İbiş değil. İlk hayâl kırıklığım. O gözümde büyüttüğüm ve her seferinde özlemle gittiğim İbiş, sopaya tutturulmuş bir kuklaydı. Oysaki ben o kırmızı yanaklı küçük adamı gerçek sanıyordum. Koşa koşa ağaçlardan birine sarıldım. Ağlıyordum. Hayâllerim ve İbiş`e olan tüm inancımı yitirmiştim. Ve ağacın bana mektup göndermesini diliyordum. Bana yazmalıydı. Küçüktüm, okuyamazdım belki ama saklardım ve büyüyünce okurdum.
Islak gözlerim yukarıya bakıyordu hâlâ. Ve işte aşağıya doğru kocaman bir yaprak geliyordu. Küçük avuçlarımı birleştirip elime konmasını sağladım. Beklediğim mektup gelmişti. Gülerek mutlu bir şekilde geri döndüm. Yalancı İbiş hâlâ bir şeyler anlatıyordu küçük sahnesinde. Bense demir, beyaz sandalyeyi kendime çektim zorlukla. Oturdum ve avucumu açtığımda yaprağın ufalanmış olduğunu gördüm.
Şimdi yine Gülhane`deyim. Elimdeki ufalanmış yaprağı alıp masaya gazoz bırakan garsonu düşünüyorum. Ve hâlâ merak ediyorum ne yazmıştı bana o ağaç. Şimdi karşısındayım, yine suskun ve sessiz. En az benim kadar.