1954 yapımı Moulin Rouge adlı filmi bir ressam dostumun tavsiyesiyle izledim. O dönemde romantik ama bugün psikolojik gerilim diyebileceğim bir film. 
Filmin ardından sanatçının hayatı kolay olabilir mi diye düşündüm. Sevdiğim birçok sanatçı geçti aklımdan ve hiçbirinin hayatının kolay olmadığını hatırladım. Öyle ki içlerinde umutsuzluğa düşüp intihar edenleri de vardı. İşte bu filmde de aslında bir intihara rastlıyoruz. İlla kafasına silah dayamak, denize atlamak ya da bir kutu hap içmekle olmuyor bu iş. Kendini yalnızlığa hapsetmek belki de en acıklı olanı. 
Film 1800`lerin sonlarına doğru ünlenen Fransız ressam Henri de Toulouse Lautrec`in hayatını anlatıyor. 36 yıllık hayatında ölümsüz eserler veren ressamı da ressam yapan bir çilesi vardı. Bu çile olmasaydı resim yapmak belki de hobinin ötesine geçmeyecekti. 
Köklü bir aileye mensuptu ta ki çocukken bir kaza geçirene kadar. Kaza neticesinde bacaklarının uzaması durur ve kısa bacaklı bir adam haline gelir. Bunu doktorlardan ilk duydukları anda anne ve babasının arasında gerginlikler yaşanır. Çünkü anne ve baba kuzendir. Bacaklarının eski haline gelememesindeki temel sebep büyük oranda akraba evliliğidir. Bir sakat çocuğa daha tahammül edemeyeceğini itiraf eder baba ve evi terk eder. Lautrec`inse yakın çevresi tarafından duyduğu duyacağı tek şey korkunçbir cüce olduğudur. 
Doğup büyüdüğü toprakları terk etme zamanı gelmiştir. O da dönemin ünlü ressamlarından olan Van Gogh gibi Post empresyonizm akımına dahil olur öte yandan afişin de bir sanat eseri olabileceğini kanıtlar.
Lautrec hemen her akşam Moulin Rouge pavyonuna gider. Çok içer ve içerken de boş durmaz, dans edenlerin ve pavyondaki diğer tiplerin resmini yapar. Bu resimler onun geride bıraktığı yapıtlardır aynı zamanda ve filmde rol alan karakterler de birebir aynıdır neredeyse. 
Gelelim bizim tabirle zurnanın zırt değdi yere; Aşk! Evet O da aşık olur; Hem de bir hayat kadınına. Hayat kadınına aşık olunmaz mı? Olunur elbet. Ama bu kadın Lautrec`e hayatı zindan edecektir. 
Psikolojik kısım neredeyse 30. dakikadan sonra başlıyor 2 saatlik filmimizde; Sokakta karşılaştığı kadına korumak için sahip çıkıyor ressam. Evine kadar getiriyor. Ama kadın tam bir arıza! Lautrec yalnız yaşayan ve kalbi kırık bir adamken bu kadına rastladı; Ne olmalıydı? Sabahları şarkı söyleyen bir adama dönüşmeliydi. Dönüştü de ama bu uzun sürmüyor filmde. Kadın çok kompleksli. Çıktıkları bir yemekte adamın soylu bir aileden geldiğini öğreniyor ve adamı aşağılamaya başlıyor. Ressam bacaklarının kısalığına alışmış gibi görünse de işin aslı öyle değil. Bazı insanları gülerken görürüz, tebessüm yüzlerinden hiçeksik olmaz fakat madalyonun diğer yüzünü hiçdüşünmeyiz. İşte ressam da onlardan biri. 
Ressam samimi duygularla kadına yaklaşırken kadın en çirkef haliyle onu bir şekilde itiyor. Hastalıklı bir ilişki başlıyor aralarında. Bir gün kadın evden çıkıyor bir saat sonra döneceğini söyleyerek. Fakat gelmiyor. Ressam camdan her baktığında gördüğü tek şey sokak lambasının aydınlattığı boş bir sokak!
Bu boşluklarda diyoruz ki, sanatçıyı sanatçı yapan bu acılar mı? Evet, yeteneği varsa insanın birçok şey huzur içinde vücut bulmuyor. Özlem, uzaklıklar, bazen gereksiz yakınlıklar bir sanatçının doğumunu sağlıyor. Bu anlamda örnek gösterdiğim yegâne isim Kafka`dır. Onun da derdi babasıylaydı ne ilginçki ressamın da derdi aslında babasıyla. Mozart`ın da öyleydi! 
Ressam sevilmediğini iyice anlamıştır, bir sabah dışarı çıkar. Ressam dostlarına rastlar ve masalarına oturur ve her zaman ki gibi konyak söyler. Arkadaşlarına karşı öfkeli konuşur öyle ki bir arkadaşının Louvre Müzesine gitme teklifine karşılık oranın bir mezarlık olduğunu söyleyecek kadar. 
Çünkü o bir 'cücedir' ve sevdiği kadın onu bırakıp gitmiştir. Ü stelik kadının onu sevmediğini bildiği halde aklı hep ondadır! 
'Bu adam Mona Lisa`nın evne mezarlık diyor!'
'Ü nlü Mona Lisa dünyanın en güzel resmi. Şu anda Leonardo`nun önünde diz çöküp ona teşekkür edebilirim.'
'Dünyanın en güzel resmi olduğunu nereden biliyorsun? Ve Leonardo`nun yaptığını nereden biliyorsun?'
'Nereden mi biliyorum? Çünkü hissediyorum. Hem de tam yüreğimde hissediyorum.'
'Ben de yüreğimde ukala olduğunu hissediyorum ama öyle biri değilsin.'
'O gülümsemeyi nca Leonardo resmedebilirdi. Kadının gözleri bile gülümsüyor.'
'Göbeğiyle gülümsese bile, bu onu Da Vinci`nin resmettiğini göstermez.'
'Ama teknik, fırça izleri her şey onun imzasını taşıyor.'
'Saçmalama, Mona Lisa`nın Leonardo`nun olduğunu bilmenin tek yolu var.Ü stünde ismi yazan küçük pirinçbir plaka. İyi günler beyler ben gidiyorum.'
'Onu bu kadar mutsuz eden kim acaba?'
Bu diyaloglardan hangisinin Lautrec`e ait olduğu ortada. Filmde en sevdiğim bölümden birkaçdiyalogtu.
Bu arada ressam her gece gittiği pavyonun fişlerini yaparak afiş kavramını farklı bir boyuta taşırken pavyon sahibi de köşeyi döner. 
Sonuçolarak
Ailede başlayan mutsuzluk yerini yalnızlığa bıraktı; Resimler, boya kokuları ve içki şişleri arasında geçen hayat; Ardından bir kadın, onun ardından bir kadın daha; Ressam gençyaşta hayata veda etti son nefesinde mutluluğu yakalayarak. 
Babası gelir ve ölüm döşeğindeki oğluna şöyle der
'Tabloların Louvre Müzesine asılacakmış, duyuyor musun beni? Seni anlayamamışım bağışla beni.'
John Huston`un yönettiği filmde resamı Jose Ferrer canlandırıyor. Muhtemelen çekimler boyunca dizlerinin üzerinde yürüdü. Hepsine selam olsun.