Eşyanın hayatımızdaki yeri nedir? Çok büyük anlamlar yüklediğimiz, olmazsa olmazlarımız olan eşyalar bize ne katar yahut biz mi onlara bir şeyler katarız? 

Eşyanın tanımına baksanız hiç de büyük anlamlar yüklemezdiniz diye tahmin ediyorum. Zira “eşya”nın sözlükteki tanımı “Türlü amaçlarla kullanılan, insan yapısı, taşınabilir cansız nesneler; pılı pırtı, yük” tür. “Şey” kökünden çoğullaştırılarak türetilen Arapça kökenli bu sözcük, aslında “şeyler, nesneler, objeler” anlamına gelir. Ve tanımında da görüldüğü gibi “eşya” dediğimiz bu cansız nesneler “pılı pırtı, yük” olarak tanımlanır. Peki, bu pılı pırtıyı bu kadar kıymetli yapan nedir? 

Eşyayı özel kılan bizim ona bakışımızdır. Belki de onda kendimizi yahut kendimizden bir parçayı görüşümüzdür. İnsan bir noktada eşya yani objeyle arasında bir bağ kurar; ona bir duygu yükler ve böylece obje, insanın duygularıyla anlamlandırılır. Aslında objeyi var eden süjedir (özne) de diyebiliriz. 

Biraz daha açmak gerekirse, “Güzellik görecelidir.” veya “Zevkler ve renkler tartışılmaz.” gibi genelgeçer yargıların temelinde aslında insanın nesneye bakışı söz konusudur. Güzelliğin göreceli olması, bir nesnenin güzel olup olmadığının bunca farklılık göstermesinin sebebi, her öznenin nesnelere yüklediği anlamın ve güzelliğin ölçütü olan estetiğin farklılığıdır. Neticede bir nesnedeki güzelliği ortaya çıkaran; öznenin ona bakışı, onunla arasında kurduğu bağ ve ona yüklediği duygudur. Aynı şekilde zevkleri ve renkleri tartışılmaz yapan da budur: Her öznenin nesnelerde bulduğu zevk ve aldığı tat bambaşkadır.

Bunu bir eser üzerinden de örneklendirmek mümkündür. Yazar nesneyi, ona estetik bir zevkle bakarak esere dönüştürür. Artık o nesne, yazarının ona bakarken hissettiği duygularla örülerek bambaşka bir forma dönüşmüştür. Sonra gelir okuyucu, bu eseri “kendi” duyguları, “kendi” estetik algısı ve “kendi” yaşanmışlığıyla yeniden anlamlandırır, yeniden yorumlar. Hatta o kadar ki bir okuyucu, tek bir eseri, her okuyuşunda birbirinden farklı anlamlandırmalarla her seferinde yeniden yaratabilir. Tüm bu farklılıklar, nesnenin aslında özne sayesinde var olmasıyla ilgilidir.

Yahut yıkık dökük bir harabeye baktığımızda duyduğumuz iç sıkıntısı, harabeye değil bize ait bir duygudur. Ama bu iç sıkıntısını kendimizde değil, o yıkık dökük harabede yaşarız. Bir bakıma eşya, bizim duygularımızı sere serpe gördüğümüz, belki de kendimizle yüzleştiğimiz bir aynadır. Özünde eşya “yük”tür hayatımıza, onu “yük” olmaktan çıkarıp “gerekli” hale getiren bizim ona yüklediğimiz anlamda gizlidir. Ne kadar anlam yükler, ne kadar fazla şey hissedersek o ölçüde önem kazanır eşya. Basit bir oyuncak bile, eğer çocukluğumuzda bizi mutlu eden anılara vesile olduysa bizim için ne kadar mühim olur, yıllar yılı saklarız onu köşe bucak. Asla bir zarar gelsin istemeyiz, o olmazsa çok önemli bir şeyi kaybedeceğimizi düşünürüz. Çünkü onda, kendimizden bir şeyler buluruz. Bizim için önemli olan, o basit oyuncağın kendisi değil, ona aktardığımız anılar, o anıların bizde bıraktığı tatlı duygulardır.

Velhasıl kelam, “Eşya mı insanı tamamlar, insan mı eşyayı?” sorunsalına dönecek olursak; eşyayı, nesneyi veya objeyi -her ne derseniz- tamamlayan insanın kendisidir. Onu var eden, önemli bir yere koyan veya öneminin derecesini belirleyen şey; bizim ona bakarken hissettiğimiz duygular, onda bulduğumuz anlamlar ve onun bizde çağrıştırdığı yaşanmışlıkların miktarıdır. Eşya dediğimiz “şeyler”, kendimizden ne kadar çok şey bulursak o kadar önem kazanır ve o ölçüde tamamlanır.