Hâmiş: Vefâtının 34’üncü sene-i devriyesinde Türk ebru sanatının muhyî üstadı Mustafa Düzgünman’ın azîz hatırasına saygıyla…
Asitane’de sıradan bir gün. Farklı olan, yaz mevsiminde göklerden gelen ikrâm... Üsküdar'da bugün müthiş bir yağmur yağıyor. Alışılmışın dışında bir keyfiyette, bardaktan değil, adetâ kovadan dökülen rahmet damlaları caddeden taşıp denize karışıyor. Cadde neresi, deniz neresi belli olmayacak neredeyse...
Yağmur dinecek gibi değil. Şemsiyemi alıp türbenin yolunu tuttum. Her zaman yaptığım gibi üstadımı ve yolumuzun büyüklerini kemâl-i edep ve hürmetle selâmladıktan sonra bir müddet evrâd-ı ezkârla meşgul oldum.
Zikir ihmâle gelmez, dağlar, taşlar, yapraklar, kuşlar, böcekler Hakk'ı mütemadiyen zikrederken dilimizin, lisânımızın ve dahi cümle bedenimizin Vacip Teâla Hazretleri'nden bir an bile gâfil olması ne büyük bedbahtlık!
Vakit, akşam namazı vakti...
İmam Efendi bir süredir rahatsız. İkindiden sonra tembih etmişti akşam namazını kıldırmamı, 'bittabi, emriniz olur' demiştim. 5-6 saf mümin arkamda sıralandı. Namaz sonrasında bir genç, ilk defa gördüğüm biri, herkes dağıldıktan sonra yanıma geldi. Simsiyah saçları omuzlarının ortasına kadar uzayan genç adam, üniversite talebesiymiş. Hukuk Fakültesi'nde okuyormuş.
“Dünyanın fenâsına fazlaca bulaştım herhalde hocam, tevbe etmek istiyorum, yardımcı olabilir misiniz?” dedi mahçup bir edayla.
'Eyvallah' dedim, imam efendinin odasına çekildik. Karsantılıymış... Karsantı’nın Kökez köyü İmamoğlu Adana diyerek künyesini saydı. Yiğidin harman olduğu yerden gelen misafirimle alâkadar oldum. Ona da, cemiyetimizin içindeki tüm kardeşlerime de borcum var çünkü. Kardeşlik; insanlık borcu...
Seccade ile arasının nasıl olduğunu sordum evvelemirde. Cumaları kılıyormuş umûmen. Bununla birlikte Furkân-ı Hakîm'i okumasını biliyormuş. Okumak da başlı başına bir zikir değil midir? Anmak beraber olmak değil midir? Kişi sevdiğiyle birlikte değil midir?
Nasuh niyetiyle tevbe ettik. Bildiğim duaları, tevbe; rahmet, müjde ayetlerini okudum. Kelâm devam ettikçe dizlerini dizlerime, anladığım kadarıyla da dilini damağına dayadı. Bir müddet sonra kirpikleri gözyaşlarını tutamaz oldu.
Dua uzadı, uzadı... Kalplerimiz birbirine ısındı. Çünkü kalpten kalbe yol vardı. Bir zaman dayım Necmeddin Efendi, "El-kalbi min'el kalbi il'el-kalbi sebîlâ"/Kalpten kalbe yol vardır" şeklinde nesta’lik bir yazı kaleme almıştı. Li-hikmetin -muhatabım tevbeden bahis açınca- yâdıma düşüverdi mezkûr hat.
Kibar evliya ne güzel buyurmuş
Bizden önce yaşayan nâif insanlar, kibar evliya ne güzel buyurmuşlar ve dahi ne güzel yazmışlar. Kalp, gönül, Allah'ın evi...
Son minval üzerine epeyce hasbihal ettik. Hüdâ'nın ve dahi Hz. Hüdayi'nin misafiri de bu bahse dair tetebbuatını benimle paylaştı. Gönlümüz dil oldu konuştu, konuştu, halleşti...
Ne kadar vakit geçirdik bilemiyorum, ammâ yemek için evin yolunu tutmalıydık...
Süheyla Hanım'ın hazırladığı sofraya besmeleyle el uzattık. Allah’ın verdiği nimetlere hamd ve senâlar ettik…
Delikanlının okulundan, anne babasından, memleketinde ekilip biçilenden, harmanda kaldırılandan konuştuk. Babası mahpus damındaymış iki yıldır. Sebebini sormadım. “Allah muîni olsun” dedim içten gelen bir tazarruyla.
Maddeten zorluk çekiyormuş. Dünyalık sıkıntılarının halli için bazen her gün, bazen de gün aşırı Vâkıa Sûresi’ni okuyormuş.
Önceki gün teknemden zuhur eden ebrûlardan birkaçını eşe, dosta, meraklılarına vakt-i merhûnunda hediye etme niyetiyle bir kenara kaldırmıştım. Hatta, ince, siyah alüminyum profillerin arkasına menteşeler geçirip ebruları koruma altına almıştım. Ebrû ve cilt örneklerimin ve dahi eslâfın birbirinden âlâ keyfiyeti haiz yazılarının yer aldığı ahşap dolabın üzerine koyduğum çerçeveleri alıp, “Hz. Hüdâyi'nin hâdiminden bir hatıradır” diyerek misafirime takdim ettim. Ne kadar sevindi bilemezsiniz, mahçup bir edâ ile “lütfettiniz efendim” demekle yetindi.
Müsaade istedi, “tekrar görüşelim” dedim, ani bir hareketle ellerime sarılıp birkaç kez öptü. Ne diyeyim, nur olsun...
Ramazan günü değil, lakin diş kirasını unutacak da değilim. O gün maaşımı yeni almıştım. Mâlum, devletimizin takdir ettiği türbedarlık ücretinin kısm-ı ekserisini türbenin hizmetlerine ayırıyorum. Bununla birlikte boş tesdilerimiz verdikçe doluyor, infâk ettikçe çoğalıyor. Bir liranın, bin liralık bereketi hâsıl oluyor.
Adanalı gencin cebine bir hafta yetecek kadar para iliştirdikten sonra dış kapının eşiğine kadar uğurladım. Süheyla Hanım, “yine bekleriz evladım” derken, Karsantı’nın Kökez Köyü İmamoğlu Adana'dan İstanbul’a hukuk tahsiline ve dahi nasibini aramaya gelen nâdim delikanlının silüeti, Üsküdar'ın rahmetle yıkanan sokaklarında kaybolup giderken, yâdıma, Efendimizin (s.a.v.) "Et-tâib-u min’ez-zenb-i kemen lâ zenbe lehû/Günâhından tevbe eden hiç günâh işlememiş gibidir" meâlindeki hadis-i nebevisi düştü. Sadaka Habîbullah.
Aradan elli yıl geçti
Aradan elli yıl geçti. Düzgünman Üstad Karacaahmet Sultan’da basübadelmevti bekliyor, nâdim gencin babası Karsantı kabristanlığına sırlandı; uzun, siyah saçlarını, hâkim olarak atanınca kesen bir zamanların yiğit delikanlısı emekliye ayrıldı. Maaşının üçte biriyle İstanbul’da üniversitede okuyan Adanalı gençlere burs veriyor. Asitane'ye her gelişinde Mustafa Düzgünman’ın kabrini ziyaret ediyor.
İstanbul Üniversitesi Öğrenci Yurdu’nda kaybolan ebruları ise tam yarım asır sonra Bomonti Antika Pazarı’nın tezgâhlarına düştü. Bu satırların yazarı ebruları yakın zaman önce pazardan kurtardı. Emekli Hâkim, “Ebruların üçü sizde kalsın, biri bana yeter, zaten Allah kuluna kâfî değil midir!” dedi.
İbrahim Ethem Gören/16.09.2024 Yazı No: 617