TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ 

Rusya-Türkiye ilişkileri, karmaşık bir düzlemde, bir iyi bir kötü; hatta  

‘frenemies’ (friend and enemies, arkadaş ve düşman) tabiriyle tanımlanmakta. 

Rusya bölgedeki en önemli ortaklarından birisi olan Esad  

Rejimini ayakta tutmayı başardı. Askeri varlığını arttırdığı  

Suriye’de bulunduğu bölgeler Tartus ve Lazkiye yakınları. Tartus’ta  

kurduğu ve genişletmeye devam ettiği deniz üssü ve Lazkiye civarındaki  

Hmeymim’de hava üssü Rusya’nın Suriye’deki varlığını yadsınamaz hale getirdi. 

Soğuk Savaş döneminde ABD’nin küresel stratejisi Sovyet yanlısı ülkeler oluşmasını ve Komünizmi önlemek için onu çevrelemekti. Bu kapsamda, Orta Doğu’daki önceliği de Sovyetlerin Orta Doğu’ya sızmasını engellemekti. Soğuk Savaş döneminin ideolojik iki kutuplu dengesi içinde Sovyetler, Arapların ABD ve İsrail’e karşı en büyük destekçisi oldular ama İsrail bağımsızlığını ilan ettiğinde de ilk tanıyan ülkelerden biri olmuşlardı. İdeolojik çekişmenin öne çıktığı bu dönemde Amerikalıların bıraktığı boşluğu doldurmak, Soğuk Savaş döneminde izlenen politikalardan biriydi. Öte yandan Sovyetler, Müslüman coğrafyada sosyalist düşünceyi yaymak için yüksek öğretim ve kültür araçlarını kullanarak sempatizan kitle oluşturma çalışmaları yaptı. Başta Lübnan, Yemen, Suriye gibi ülkelerde olmak üzere seçilen Müslüman gençler, ücretsiz olarak SSCB üniversitelerinde özellikle mühendislik alanlarında eğitim aldılar. Üniversite eğitimi esnasında Rusçayı ve Rus kültürünü de çok iyi öğrenen ve sayıları milyonları bulan kültür elçileri Arap coğrafyasında SSCB’nin ve Sosyalizmin sempatizan toplamasına hiç de azımsanmayacak katkılar sağladılar. Bu öğrencilerin hemen hemen %90’ı bir Rus vatandaşı ile evlendi. Bu evlilikler ile bağlar organik hale geldi, çifte vatandaşlıklar oluştu. Böylece ortaya çıkan Arap ülkelerindeki “Sosyalist Müslüman” olgusu, ABD’nin Yeşil Kuşak projesinin de karşısına dikilmiştir.  

ABD, Rusya’yı önce zayıflatıp Çin’in genişlemesine karşı kendine ortak yapmak istemekte. 

Putin, Suriye ile ilgili konularda İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve İran ile ayrı ayrı çalışmakta. Her birine angaje olarak, her nerede ve her ne zaman olursa kendi çıkarlarını maksimize etmeye, diğerleri ile de paralel olduğu çıkarları konusunda avantaj sağlamaya çalışır derler.   

Geçmişte bunun bir örneğini ABD, Henry Kissinger’in Üçlü Diplomasi yönteminde Çin ve Rusya arasında ikisi ile de iyi ilişkiler kurmaya çalışırken birbirine karşı fırsatları kollamakla denemişti.   

    

Tablo: Amerikan ve Rus Realizmi 

Realist 

  

Temeller 

  

Amerikan Realizmi 

  

Rus 

  

Realizmi 

  

Güç Dengesi 

  

İyi & Kötü Çocuklar 

  

Muğlak 

  

Çıkarlar 

  

Göreceli 

  

Mutlak 

  

Baskı Vasıtası 

  

Zorlayıcı Diplomasi 

  

Sert Güç 

  

Diplomasi 

  

Çoktaraflı 

  

İkili 

  

Yöntem 

  

Dolaylı (Liberal Müdahalecilik) 

  

Doğrudan (Örtülü İşgal / Yumuşak İlhak 

  

Uluslararası Düzen Arayışı 

  

Liberal 

  

(Tek kutuplu) 

  

Vestfalya 

  

(Çok kutuplu) 

  

Hegemonya 

  

Amerikan Barışı 

  

Büyük Güç 

  

İdeoloji 

  

Kapitalizm 

  

Pragmatizm 

   

Macron'un fiyaskolari  

Macron’un Suriye-Libya merkezli dış politikası iflas etmiştir! 

Fransa Hafter’i destekleyerek siyaseten yanlış ata oynadı ve sahada kaybetti. 

Macron'un Lübnan fiyaskosu 

Lübnan’daki iç çekişmelerden faydalanarak, bölgede Fransa’ya yer açmaya çalışan Macron’un Orta Doğu’nun yıllardır çözülemeyen bir denklemi olan Lübnan siyasetini kısa sürede dizayn edebileceği rüyası da son buldu. 

Macron’un Rusya üzerinden kurmaya çalıştığı oyunun Türkiye boyutu çok net: Türkiye ve Rusya’yı Libya’da karşı karşıya getirmek suretiyle önce Libya’da, akabinde ise Suriye üzerinden Orta Doğu’da ve Akdeniz’de tekrar etkili bir aktör olmak. Ama herşey tersine döndü.   

Türkiye’nin Libya’da üstlendiği role müsaade etmeyiz dediler olmadı… 

Libya’da Türkiye ve Mısır arasında olası bir savaş, bu açıdan Fransa’nın en büyük arzusunu oluşturuyordu. O da Olmadı suya düştü.

Türk-Fransız deniz kuvvetleri arasında gerçekleşen hadise, NATO’nun ‘beyin ölümünün’ kanıtıydı onlara göre.   

Fransa bu “sıradan bir güç” (amiyane tabirle “etkisiz eleman”) pozisyonundan kurtulup, tekrar “ben de varım” demek istiyor. 

Ama olmuyor. Fransa olmayacak. 

  

Akdeniz, Orta Doğu-Afrika’nın kontrol edilmesi, dolayısıyla da suyolları-enerji güzergâhları güvenliği, enerji güvenliği (özellikle Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz yatakları) ve Çin’in geliştirdiği “Kuşak-Yol Girişimi” başta olmak üzere, yeni uluslararası sistemi büyük ölçüde şekillendirecek bir bölge olarak karşımıza çıkıyor. Bir diğer ifadeyle “Akdeniz havzası” Macron'un yenildiği diğer yer.  

  

Libya burada sadece Afrika’ya bir giriş kapısı değil, aynı zamanda Orta Doğu’dan dışlanmaya başlayan ve Akdeniz’deki projelerine bir türlü destek bulamayan Paris açısından yeni uluslararası sistemin inşası sürecinde Akdeniz merkezli “Güçlü Fransa”nın kaybı.  

Fransa’nın “Akdeniz Birliği” projesi, Arap Baharı, Türkiye’nin Afrika’ya dönüşü, Fransız Batı Afrikası'nı bitirdi 

  

Türkiye, önceki senelerde Erdoğan’ın Gabon, Nijer ve Senegal’e gerçekleştirdiği ziyaretlerle ufkunu bundan sonraki süreçte Sahra Altı Afrikası’na da yönelteceğinin güçlü işaretlerini verince Paris teyakkuz durumuna geçti. 

  

Fransız uzmanlar dahi, Dağlık Karabağ çatışmalarında Azerbaycan, Türkiye ve Rusya'nın kazandığını, Fransa'nınsa Suriye ve Libya krizlerinden sonra, Karabağ dosyasında da "diplomatik bir başarısızlığa" imza attığını dile getirdi. 

  

Suriye, Libya, Doğu Akdeniz ve Dağlık Karabağ  

Macron ve Fransız diplomasisi, son olarak Doğu Akdeniz'de, Türkiye karşısında Yunanistan'ın ve Kıbrıs Rum kesiminin yanında yer aldı. Hatta Charles de Gaulle savaş gemisini göndererek, diyalog girişimlerini baltalamakla suçlandı. Ardından Yunanistan'a 19 Rafale savaş uçağı satan Fransa'nın Doğu Akdeniz krizindeki samimiyeti şüphe yarattı. NATO ve Almanya'nın "diyalog diplomasisi" baskın gelince taraflar masaya oturdu, Fransa, AB'den Türkiye'ye yaptırım uygulanması kararını da "zorlasa da" çıkaramadı. 

  

O dönemde Dağlık Karabağ krizinde Türkiye'nin rolüne vurgu yapan ve "300 cihatçı savaşçının Türkiye üzerinden Bakü'ye geçtiğini tespit ettiklerini" açıklayan Macron, Rusya'nın tarafları masaya oturtarak ateşkes imzalamasının ardından ABD’yle birlikte Minsk Grubu üyesi olmasına rağmen, çözüme katılamadı.  

  

Şimdi artık itibarı Afrika da sokaklarda sürünüyor. 

  

Uyardık çok ama dinlemediler. 

  

Kibir dış politikanın aracı değildir hatta sömürge geçmişi olanlar için özür dileyip pılını pırtını toplama şanşı dahi bitmiştir. 

  

Artık söz bitti, Afrika ise geri geldi… 

Libya'daki iç savaş, Türkiye-Fransa arasındaki krizin yeni adresi olarak karşımıza çıkıyor. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Türkiye’nin hâlihazırda Libya’da tehlikeli bir oyun oynadığını ve Berlin Konferansı’nda üzerine aldığı taahhütleri ihlal ettiğini çok net bir şek bildirme imkânına sahip oldum. Türkiye’nin Libya’da üstlendiği role müsaade etmeyiz” şeklindeki ifadesi, iki ülke arasındaki bunalımı daha da arttırmış vaziyette. Nitekim Macron’un bu açıklamasına Ankara vakit geçirmeden şu cevabı verdi: “Macron’un ülkemizin ilgili Birleşmiş Milletler (BM) kararları çerçevesinde ve talebi doğrultusunda Libya’nın meşru hükümetine verdiği desteği ‘tehlikeli bir oyun’ olarak tanımlaması ancak akıl tutulmasıyla izah edilebilir”. 

  

Libya’da Türkiye ve Mısır arasında olası bir savaş, bu açıdan Fransa’nın en büyük arzusunu oluşturuyordu. 

Çok denediler olmadı.  Böylesi bir savaşın yol açacağı istikrarsızlık dalgası, Avrupa’yı Fransa’ya askeri-güvenlik boyutuyla daha bağımlı kılacak. Fransa bundan ötürü ABD, Almanya ve Rusya ile farklı ilişkiler kurmak suretiyle manevra alanını genişletmeye çalışıyor. Türkiye’yi bu ülkeler nezdinde de bir tehdit olarak lanse etmeye çalışması bu açıdan anlamlı. 

Buradaki “akıl tutulması” vurgusu, öyle anlaşılıyor ki, gelişigüzel kullanılmış bir ifade değil. Macron’un söz konusu ortak basın toplantısında sözü NATO’ya getirmesi ve “Türk-Fransız deniz kuvvetleri arasında gerçekleşen hadise, NATO’nun ‘beyin ölümünün’ kanıtıdır” şeklinde bir ifade kullanması, akıllara Suriye merkezli bir önceki krizi ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın verdiği cevabı getiriyor. Hatırlanacağı üzere, Türkiye’nin Suriye sınırında gerçekleştirdiği Barış Pınarı harekâtına “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” şeklinde tepki gösteren Macron’a, Cumhurbaşkanı Erdoğan “Önce sen kendi beyin ölümünü bir kontrol ettir” demişti. Dolayısıyla “beyin-akıl” bağlamında Ankara, Paris’in izlediği politikanın çok da akıllıca olmadığına, bu şekilde Türkiye üzerinde baskı kurma girişimlerinden bir sonuç alamayacağına dikkatleri çekerek Macron’u uyarma gereği duyuyordu. 

  

Macron’un Türkiye’yi başta NATO ve BM olmak üzere, uluslararası örgütler/platformlar nezdinde “sorunlu bir aktör”, Avrupa açısından bir “tehdit” konumuna sokma çabalarının yersiz, hukuksuz ve hadsiz bir girişim olduğu sadece Ankara tarafından değil, başka başkentler ve yabancı medya tarafından da dile getiriliyor. Daha da ötesi, Macron’un bu çıkışının altında yatan temel sebep olarak, bölgede Libya merkezli inşa etmeye çalıştığı oyunun çöküşü ve onun altında kalışı gösteriliyor. İngiltere merkezli The Independent gazetesindeki “Hatalarını görmek yerine, tüm sorunlardan dolayı Türkiye’yi suçlamak daha kolay geliyor” şeklindeki tespit, aslında meseleyi büyük ölçüde özetliyor. 

  

İşin güzel yanı tüm bu oyunları gören Türkiye büyüme adımlarında eşsiz bir görüntü çiziyor. 

  

Kahramanlara selam olsun diyerek bitirelim…. 

  

Not: Fransa Meselesi’ne tarihi perspektif şöyle: 

19. yüzyıla bakalım... Mehmet Ali Paşa isyanı akabinde Mısır üzerinden hem Osmanlı’yı hem de İngiltere’yi kendisine hedef olarak belirleyen Fransa’nın temel hedefi, hiç kuşkusuz “Kuzey Afrika Hattı” üzerinden Avrupa-Orta Doğu’da bir güç merkezi olmak ve Avrupa/Batı’nın da liderliğini üstlenmiş büyük bir imparatorluk kurmak idi. Bu hedef, Cebelitarık’tan başlayıp, Süveyş Kanalı üzerinden Aden körfezine kadar uzanan bölgeyi kontrol etmekle eşdeğerdi ve bu aynı zamanda “Akdeniz Havzasını” kontrol etmek anlamına da geliyordu. Fransa’nın bu hedefi hiç kuşkusuz dönemin iki gücünü ciddi anlamda rahatsız etmekteydi: Büyük Britanya İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası. Osmanlı-Rus ilişkilerindeki Hünkâr İskelesi (1833) ile sonrasında Osmanlı-İngiltere arasında imzalanan Balta Limanı (1838) antlaşmalarında bir yönüyle bu Fransız etkisi kendisini göstermekteydi. 

Başta İngiltere ile olmak üzere, Avrupalı sömürge imparatorluklarıyla girdiği güç mücadelesinde Akdeniz gücü olmak için Mağrip ülkelerini sömürgeleştirmeye çalışan Fransa’nın, bu bağlamda Fas-Tunus-Cezayir hattını kontrol etmesi önemli bir aşama olmuştu. 

  

Libya ve Mısır bağlamında hedefine ulaşamaması, süreç içerisinde Fransa’yı neredeyse sıradan bir Avrupa devleti haline getirecekti ve bugün olan da budur.