Dil devrimi yüzyıllarca yabancı dillerin baskısı altında benliğini ve deyiş gücünü yitirmiş olan Türkçeyi bağımsızlığına kavuşturma, geliştirme, ken­ dine yeter duruma getirme akımının adıdır.

Dilin bağımsızlık ilkesini ve ulusal duygu ile olan ilişkisini Atatürk, daha 1930 yılında açıkça ortaya koy­ muş ve şöyle demişti. 'Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması, ulu­ sal duygunun gelişiminde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ü lkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduru­ ğundan korumalıdır.'

Atatürk ün bu sözleri dil devrimimizin amacını da topluca dile getirmektedir. Dil devrimi ancak Türkçemizi geliştirerek yeterli ve bağımsız bir dil durumu­ na getirmekle mümkün olacaktı. Bunun için de önce Türkçeyi kendi egemenliğine kavuşturmak onu her türlü bilim ve sanat kavramlarını karşılayabilecek bir yetkinliğe eriştirmek gerekiyordu. Bu da en kısa za­ manda Türkçeye dönerek, onun olanaklarından yarar­ lanıp yeni sözcükler türetmek ve dilimizin söz dağar­ cığını da zenginleştirmekle gerçekleşebilecekti. İş­ te dil devrimi bu amaçla yapıldı.

Dilimizi özleştirip geliştirme akımının 'dil dev­ rimi' adını alması yenidir. Ama Türkçeyi yabancı dil­ lerin etkisinden koruma çabalarının uzun bir geçmi­ şi vardır. Bu güne gelinceye kadar bu çabalar türlü evreler geçirmiştir. Bizimde bu yazımızı hazırlamak­ taki amacımız, dil devriminin ayrıntılı bir tarihçesini yazmak değil, Türk dilinin günümüze kadar geçirmiş olduğu evrelerinin tarihçesini kısaca ifade edebilmektir.

ETKİLENMENİN BAŞLANGICI

Yabancı dillerin Türkçeye etkisi IX. uncu yüzyıl sonlarına doğru başlar. Türklerin İslam dinini benimsemeleriyle birlikte Arapça sözcükler de Türk­ çeye girer. Böylece Türkçe, o yüzyıla değin sürdür­ düğü arı denilebilecek niteliğini yitirmeye başlar.Çünkü Türklerin Müslüman olup İslam medeniyeti çerçevesi içine girdikleri X. yüzyılda Kur an-ı Ke­ rim dili olduğu için bir çok dini ve İslami kavramlar­ la beraber sayısız Arapça sözlerin de adeta kitle halin­ de Türkçeye girdiği görülür. Önceleri sade dinî konu­ larla ve İslami kavramlarla çerçevelenen bir çeşit te­ rim niteliğindeki bu Arapça kelime kadrosu gittikçe sınırlarını genişletmiş ve başka sahalara yayılmıştır. Böylece bir yandan din yoluyla Arapça sözler diğer yandan aynı medeniyet çerçevesine dahil olduğumuz İran ile yapılan sıkı temaslar sonucunda da edebiyat yoluyla Farsça sözler Türk diline girmeye başlamış­ tır. Ve kısa bir zaman sonra bu akımlar Türkçenin benliğini tehdit eder duruma gelmiştir. Zira Arapçanın Türkçe üzerindeki etkisi başlangıçta sınırlıdır. Dinle ilgili bilgiler medreselerde okutulmaya başlayınca bu etki artar, güçlenir. Giderek Arapça, bilim dalı olma katına erişir. Nitekim Anadolu da kurulan Sel­ çuklu devleti zamanında Arapçanın hem bilim dili, hem de devlet dili olduğunu görmekteyiz. Selçuklu devletinin Anadolu`da egemen olduğu dönemde, Arap­ çanın yanında Farsçanın da Türkçeyi etkilemeye baş­ ladığı görülür. Ozanlar, yazarlar İran edebiyatının ürünlerini kendilerine örnek tutarlar. Aruz ölçüsünü benimserler. Farsça sözcüklerle kurulmuş taşlamalar Türkçeye girer, böylece dilimizin yapısı bu iki yabancı dile açılmış olur.

KİŞİSEL YAKINIŞLAR

Dilimize giren Arapça ve Farsça sözcüklerin sa­ yısı her geçen yılla birlikte artar. Türkçe kar­ ma bir dil niteliğine bürünmeye başlar. Selçuk Türk­ çesi (X.-XII. yüzyıllar) karma bir dil durumundadır. Bu durumdan yakınanlarda yok değildir. Örneğin Aşık Paşa Türkçenin durumundan, ona ilgi gösterilmeyişinden yakınır. Bunu şöyle belirti:

'Türk diline kimseler bakmaz idi

Türklere hergiz gönül akmaz idi'

On üçve on dördüncü yüzyıllarda, Türk dili ya­ bancı sözlerin baskısı ile karşılaşırken hemen karşı tepkiler uyanmıştır. Arapça ve Farsçanın Türkçeden daha fazla ilgi görmesi beylikler döneminde durur gibi olur. Zira Aşık Paşa gibi zamanın aydınlarının bazılarının Türk dilindeki yanlış tutumdan yakındıkları gibi, dillerine ve geleneklerine bağlı Türk beyle­ rinde Arapça ve Farsçaya karşı ilgi duymazlar. Türkçe yazan sanatçıları korurlar. Türkçenin benliğini kazan­ ması, devlet dili olması için çaba gösterirler.Karamanoğlu Mehmet Bey, 15 MAYIS 1277 tari­ hinde çıkardığı ünlü buyrultusunda şöyle der:

'Bugünden sonra divanda, dergahta, barigahta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanıl­ mayacaktır.'

Türkçe konuşma ve yazmanın gerekliliğini sa­ vunan bu buyrultu o dönemdeki sanatçıların tutu­ munu büyük ölçüde değiştirmez. Örneğin dilin sade­ leşmesi konusunda Yunus Emre İlahilerinde Aşık Pa­ şa Garip namesinde Türkçe kelimeler kullanırken, Rimi sanatçılar yine eski tutumlarını sürdürürler ve MevlânâCelalettin gibi aydınlar gene şiirlerini Farsça ya­ zarlar.

XIII. yüzyılın sonlarına değin süren bu dönemin Türkçesini 'Eski Anadolu Türkçesi' olarak adlandırı­ yoruz. Eski Anadolu Türkçesi, Arapçanın ve Farsçanın etkisine uğramıştır. Ancak bu dönemde yazılan eserlerde Türkçe sözcükler çoğunluktadır. Ne var ki son­ raları bu durum tersine döner. Düz yazılarda ve şiirlerde Arapça ve Farsça sözcüklerin sayısı artar. Bu neden böyle olur? Şiirlerde ve düz yazılarda Türkçe sözcüklerin yerini Arapça ve Farsça sözcüklerin alı­ şının sebebi nedir? Türkçe yoksul, deyiş olanakları yetersiz bir dilde ondan mı? Yoksa onun hor görülme­ sinden, değersiz sayılmasından mı?

Türkçenin Arapça ve Farsçaya göre yetersiz ve yoksul olduğunu düşünmek mümkün değildir. Çünkü daha XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmut bu soruları ele almış ve cevaplamıştır. Ü nlü sözlüğü 'Divanü Lügatit Türk' Türkçenin Arapça ile boy ölçüşebilecek bir zenginlikte olduğunu göstermiştir. XV. yüzyılda da Ali Şir Nevai, 'Muhakemetü-ı-Lügateyn' adlı eserinde Türkçeyi Farsça ile karşılaştırmış ve Farsçanın Türkçe­ den üstün bir tarafının bulunmadığını açıklamıştır. Nevaiye göre Farsça sözcükler Türkçeye giriyorsa, Türkçenin yetersizliğinden değil, sanatçıların tutumundan ve onların Farsça sözcükleri kullanmaya düşkün olmalarındandır.

OSMANLICANIN OLUŞUMU

Bütün bu yakınmalara karşın dilimize Arapça ve Farsça sözcüklerin girmesi önlenemez yakınış­ lar etkisiz kalır. Çünkü bir yandan din bilgilerinin medreselerdeki öğretimi, bir yandan da sanatçıların İran edebiyatına karşı gösterdikleri özenti, Arapça ve Farsçanın dilimiz üzerindeki baskısını hızlandırır. Türkçe giderek melez ve karmaşık bir dil durumuna dü­ şer. Adına Osmanlıca dediğimiz yapma bir dil oluş­ mağa başlar. Halk yığınlarının diliyle aydınların dili birbirinden ayrılmaya yönelir.

Eski Anadolu Türkçesi, Fatih zamanına yani XV. yüzyılın ortalarına değin sürer. Bundan sonra dilimiz­ de yeni bir evre başlar. Osmanlıca bu evrenin adıdır. Osmanlıca da kendi içerisinde Eski Osmanlıca, Orta Osmanlıca, Yeni Osmanlıca diye bölümlere ay­ rılır.

XV.yüzyıl içerisinde oluşmasını tamamlayan Os­ manlıca gerçekte bir zümre dilidir. Toplumun yapı­ sında katmanlaşmalar olur. Yaşayışları, dünya görüşleri birbirinden ayrı olan çevreler belirmiştir. Her çevre­ nin kendine özgü bir dil ve edebiyat anlayışı vardır. Söz gelişi saray ve medrese çevreleri Arapça ve Farsçayı benimser, bu diller içerisinde duyup düşünür. Halk yığınları. Tekke ve Yeniçeri Ocağı gibi çevreler­ de Türkçeyi benimsemişlerdir. Bu katmanlaşmaların do­ ğal sonucu olarak aynı toplum içerisinde iki ayrı ede­ biyat doğar. Bir yanda dili, güzellik anlayışı ile Müslüman İran edebiyatını izleyen Divan Edebiyatı, bir yanda da halkın dilini ve geleneğini sürdüren Halk Edebiyatı.

Divan edebiyatı ozanlarının Farsçaya olan aşırı düşkünlüklerinde saray çevresinin de büyük payı ol­ muştur. Çünkü XV. yüzyılın Fatih ve II. Beyazıt gibi ozan Padişahları da İran edebiyatına tutkundurlar. Yazdıkları şiirlerinde bu edebiyatın özelliklerine bağ­ lı kaldıkları gibi Osmanlı Şehnamesini de Farsça olarak yazdırırlar.

II. MURAT'IN TEPKİSİ

Arapça ve Farsçanın Türkçe üzerindeki etkisine tepki gösteren padişahlarda çıkar. Örneğin ilk olarak II. Murat (1421&ndash 1451), Türkçenin içine düştüğü anlaşılmaz durumu görmüş ve bu durumun gideril­ mesini istemiştir. II. Murat ın bu tepkisi ile sadeleş­ meye yöneliş başlar. Nitekim XV. yüzyılın kimi ozan­ ları bu tepkiye katılırlar ve şiirlerinde Türkçeyi kul­ lanmaya yönelirler. Bunların arasında Aydınlı Visali, Tatavlalı Mahremi ve Edirneli Nazmi yi sayabiliriz. Bunlar özleşmenin ilk örneklerini vermişlerdir. Zira 'Türk-i basit' adını verdikleri gazellerinde, bilinçli olarak hiçbir Arapça ve Farsça kelime kullanmadılar.XVI.yüzyılın güçlü sanatçıları ise sadeleşmeye karşı bir ilgi duymazlar. Onlar genel bir deyişle sanat gösterme özentisi içinde bulundular. Örneğin bu dönemin güçlü ozanı Baki, Arapça ve Farsça sözcükler kullanmayı tercih etmişti.XVII.ve XVIII.yüzyıllarda da durum değişmez. Şiirde olsun düzyazıda olsun melez dil kendini sürdü­ rür. Bu arada on yedinci yüzyılın sonlarına doğru di­ van şiirinde bir birlik ve üstünlük kazanamayan 'Yer­ lileşme akımı' başlar. On sekizinci yüzyılda bu akımın kimi ozanları etkilediği görülür. Dilde sadeleşmeye doğru bir gidiş başlar. Örneğin, daha on altıncı yüz­ yılda yetişen Fuzulî daha sonra ise Nedim ve Bakî gibi ozanların gönüllerinde sadeleşme özlemi uyan­ mış ve diğer ozanların şiirlerinde kullandıkları ağdalı anlaşılmaz dilden yakınmışlardı. Ancak çoğu za­ man gerek Fuzulî gerekse Nabî belirttikleri ölçülere uyamamışlar ve melez dil çıkmazından kurtulama­ mışlardır.

Yukarda da ifade etmeye çalıştığımız gibi he­ men hemen her yüzyılda Türkçenin içine düştüğü durumdan yakınanlar olmuştur. Ama Türkçe yazma ve düşünme çabasına bilinçli olarak girişilmemiştir. Böylece bu durum XIX. yüzyıla değin sürüp gelmiş­ tir.XIX. yüzyılda Türkçenin içine düştüğü durumdan yakınışlar daha da artar, tepkiler genişler. Giderek konu daha bir önem kazanır. Çünkü on dokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru toplum yapımızı değiştirme, ona yeni bir düzen ve yön verme düşüncesi belirir. Topluma yeni bir yön ve düzen verme öncelikle halkı eğitmekle ve yetiştirmekle gerçekleşebilecekti. Halkın eğitilebilmesi ve yetiştirilebilmesi de her şey­ den önce halkın anlayabileceği bir dille gerçekleştirilebileceği için bu konuya ağırlık verildi.

TANZİMAT DEVRİ VE SONRASI

Türk dilinin sadeleşmesi Tanzimat`a kadar olan dönemlerde kişisel istekler olarak görüldüğü halde, Tanzimat`tan sonra kalem sahipleri dilin sadeleşmesini ortak bir dilek olarak ele almaya başladılar. Bu nedenle Tanzimat dönemi yazar ve ozanları, hal­ kın anlayabileceği bir dille yazmayı ilke olarak be­ nimsemiş ve buna inanmışlardı. Ziya Paşa, Şinasi, Na­ mık Kemal, Ahmet Mithat, Şemsettin Sami gibi yazar ve ozanlar bu ilkeyi savunmuşlar ve anlaşılır bir dille yazmaya çalışmışlardır. Hatta Tanzimat`tan sonra çı­ kan gazete ve dergilerin basığında da genellikle 'Hal­ kın anlayabileceği bir dille yazılmıştır.' diye bir açıkla­ maya rastlanıyordu.

Tanzimat Fermanı, toplumdaki uyanışı dile geti­ ren resmi bir belgedir. Bu uyanış yalnız devlet yö­ netiminde değil, dilde de kendini göstermiştir. O za­ mana kadar konuşma dilinde Türkçeleri kullanılan kavramların yazı dilinde, Arapça ve Farsçalarını kul­ lanmak gerekir inancı vardı. Bundan dolayı Arapça ve Farsça öğrenilmeden yazı yazılamaz olmuştu. Tanzimat`tan sonra bu inançsarsıldı. Yazı dilinin de hal­ kın anlayacağı bir sadeliğe kavuşturulması gerektiği kanısı yayılmaya başlamıştı. Büyük yazarlar, bilgin­ ler, düşünürler, dilimizin Farsça ve Arapça baskısın­ dan kurtarılması gerekliğini savundu.

Bu nedenlerle dil, Tanzimat döneminde üzerinde en fazla durulan ve tartışılan bir konu oldu. Bu dö­ nemde Arapça ve Farsçanın Türkçe üzerindeki baskı­ sını önlemenin yolları araştırıldı.

Ancak her dönemde olduğu gibi, Tanzimat dö­ neminde de sadelikten yana olanlarla olmayanlar ara­ sındaki sürtüşmeler sürüp gitti. Fakat bu arada or­ taya çıkan yeni bir akım, gerek bu tartışmaların gerekse Arapça ve Farsçanın Türkçe üzerindeki etkisine gös­ terilen tepkinin yönünü değiştirir. Bu 'Edebiyatı Cedi­ de' ya da 'Serveti Fünun' diye adlandırdığımız edebiyat akımıdır.

Serveti Fünun dergisinin etrafında toplanan sanat­ çılar, edebiyata yeni bir dava getirmek istiyorlardı. Bu havayı yaratmak da geniş ölçüde dile bağlıydı. Kendilerinden önce gelenlerin kullandıkları dili yeter­ li bulmuyorlardı. Onlar için zengin bir dil gerekliydi. Çünkü bu dil, her türlü duygu ve düşünceyi bütün ay­ rıntıları ile anlatabilecek bir güçte olmalıydı.

Serveti Funun bünyesindeki yazarlar, istedikleri bu yeni dili yarat­ maya yöneldiler. İşte bu tutu­ mla eş anlamlı birçok yabancı sözcük dilimize girdi. Aynı kavramı karşılayan sözcükler yan yana kullanıl­ maya başlandı. Böylece Tanzimat döneminde belirmiş olan halkın anlayabileceği bir dille yazma düşüncesi bu tutumla gölgelenir oldu.

GENÇKALEMLER

Nihayet Selanik`te bulunan gençyazarlar, Türk dilini kesin olarak, sadeleştirmek, dilimizdeki yabancı tamlama ve kuralları kaldırmak için ulusal bir heyecanla, ağırbaşlılıkla iddialı bir kımıldanışta bulundular. Başta Ömer Seyfettin ile Ali Canip, son­ ra da Ziya Gökalp onlara katılınca kımıldanış akım halini aldı. Adına da 'Yeni Lisan' dediler. 11 Nisan 1911 tarihinde, Selanik`te 'GençKalemler' dergisinde başlayan bu yeni lisan akımı İstanbul da ve bütün Tür­ kiye de süratle gelişti. Yeni lisanın en güçlü savunu­ cularından ve Türkçülük akımının önderlerinden olan Ziya Gökalp, bilim terimlerini Türkçeleştirmeyi düşün­ memiş 'İçtimaiyat', 'Mefkure', 'Şeniyet', 'Ladini' gibi bir takım sosyoloji terimlerini Arapçadan yararla­ narak türetmişti.

Bununla beraber GençKalemler in teşebbüsü Türk dilinin sadeleşmesi hareketinde ileri bir akım sayılmaktadır. Çünkü Tanzimatçıların sadece bir di­ lek olarak ortaya attıkları hakikatleri bunlar eserlerin­ de gerçekleştirmeye çalıştılar. Fakat yine de Türk di­ linin bütün konuları henüz çözülmemiş bir halde duru­ yordu. İmlâmeselesi ezeli bir dava olarak karşımız da idi. Türk çocuğunun okuyup yazma öğrenmesi, o zamanki deyimle sökmesi aylar sürüyordu. Bu zor­ luk yüzünden, halkın ortalama yüzde 90 nı okuma yaz­ ma öğrenemiyordu.

Türk gramerinde esas Osmanlı­ ca idi. Arap ve Fars dilinin kuralları yine Türkçenin mihverini teşkil etmekte idi. Türk dilinin kelime hazi­ nesi bomboş bırakıldığı için ihtiyaca uygun bir söz­ lük getirmek mümkün değildi. Dil konusunu bir bütün olarak ele almak, geniş bir program hazırlayarak işi bir sisteme bağlamak gerekiyordu.

İşte Cumhuriyet devrinin bir devrim hamlesiyle eriştiği aşama bu oldu. Büyük Türk devriminin kabul ettiği iki ana prensipten biri millileştirmek, öteki de Batı medeniyeti dairesine girmekti. Böylece bütün sosyal kurumlar bu ana prensiplere göre ayarlanacak, kültür düzeni bu esaslar üzerine kurulacak, dil mese­ lesi de böylece çözülmüş olacaktı.

Dil konusu Cumhuriyet döneminde de çeşitli aşamalar geçirdi, bu evreleri kısaca şöyle özetleyebi­ liriz:

HARF DEVRİMİ

Dil devriminin gerçekleştirilebilmesi için önce harflerin değişmesi gerekti. Bizi eski edebi­ yattan ancak Latin alfabesi kurtarabilirdi. İşte Harf devrimi bunun için gerekliydi. Bu nedenle, ilerlememize engel olduğu için yüzyıllardan beri iddia edilen Arap harfleri bırakıldı. Daha sonra La­ tin esası üzerine yeni Türk harfleri kabul edilerek al­ fabesi imlâsı ve bütün ayrıntıları ile kargaşalıkları için de bulunan okuma ve yazma konusu kökünden çö­ zülmüş oldu.

Harf devriminin kısa bir süre içerisinde gerçekleş­ mesinden sonra okuryazar oranı hızla arttı. Dilimize girmiş olan yabancı sözcüklerin yabancılıkları ortaya çıktı. Böylece bunları Türkçeden atma ve yerine Türkçe karşılıklar bulma isteği belirdi. Yazar­ lar, ozanlar kendiliğinden bu isteğe uymaya başladı­ lar. Kişisel de olsa Arapça ve Farsça sözcüklere Türkçe karşılık bulup kullanıyorlardı. Ama bu çabalar da­ ğınıktı. Nihayet 1 Eylül 1929 tarihinde okullardan Arapça ve Farsça dersler kaldırıldı. Bu dersler kaldı­ rılırken harf devrimi için kurulmuş olan 'Dil Encü­ meni' de bir yandan dilimizin arıtılması için çalışı­ yordu. Ancak bu çalışmalar toplu ve bilimsel bir yön­ tem üzerine oturmuyordu. Bu nedenle 12 Nisan 1931 yılında 'Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti' kuruldu. Bu kurumun amacı, Türk Tarihini bilimsel bir yöntemle incelemekti.

TÜRK DİL KURUMUNUN KURULMASI

Dil sorunu, kişisel ve dağınık çabalarla çözümle­ nemezdi. Bu çok yönlü bir işti. Türkçenin bir sözlüğü yapılacak, dilbilgisi ve söz dizimi kuralları saptanacak, Türkçenin ekler dizisi ortaya çıkarılacak, onun başka dillerle ilişkileri araştırılacaktı. Bu işler kişisel çalışmalarla başarılamazdı. Nitekim geçmişteki çabalar bunu gösteriyordu. Bunun için başlı başına bir kurum ve özel bir örgüt gerekliydi. Atatürk bu gereği yerine getirdi. Ve 12 Temmuz 1932 yılında Türk Kurumu`nu kurdu. O zamanki adı Türk Dil Tetkik Cemiyeti idi. Başkanı Samih Rıfat, Genel Yazmanı Ruşen Eşref, üyeleri de Celal Sahir ve Yakup Kadri idi. Türk Dil Kurumunun kurulmasıyla Türkçe, hızla özleşmeye ve benliğine kavuşmaya baş­ ladı.

  Bu nedenledir ki ayrı ve bağımsız Türkçe ülküsünün bilimsel ve ulusal bir yön kazanması Türk Dil Kuru­ mu`nun kurulması ile başlar. Türk Dil Kurumunun ku­ rulmasından sonra yapılacak işleri, tutacak     yolu açık­ ça ortaya koymak için ilk Dil Kurultayı toplandı. Bu ilk kurultayın açılış günü olan 26 Eylül 1932 tarihinde 'Dil Bayramı' olarak kabul edildi. Her yıl bu tarihte törenler düzenlenerek 'Dil Bayramı' kutlanır.

ŞUAN Kİ DURUM

Eskiye bağlılar tekrar sahnededir. Fakat Arapçanın Türk dilindeki yerini kaybetmesi bunla­ rı dayanaktan yoksun bırakmıştır. Bununla beraber aralarında Arapça ile Farsçanın tekrar orta öğrenime sokulmasına taraflı olanlar bulunduğu gibi, Türkçenin ilim dili olmayacağı iddiasıyla yabancı dillerden birini ilim dili kabulünü teklif edenler de vardır. Arap harfle­ rine dönmeyi isteyenlerin bulunduğu da şüphesizdir. Bunların istediklerini açıkça ortaya atamamaları uyan­ dıracağı tepkinin korkusundandır.

Buna karşılık Türk Dil Kurumu verimli ve faydalı olmak yolundadır. Türk dilinin gelişme ve özleşme yönünde 46 yıldan beri aldığı yol ise daha önceki yıllardan aldığı yolla ölçülemeyecek kadar önemlidir. Bu gelişmeyi de Atatürk ün yakın ilgisine ve örgütlü bir çalışma düzeni kurmuş olmasına borçluyuz.

(Bu yazı 1975 yılının aralık ayında kaleme alınmıştır.
www.huseyinbasusta.com)