Zülfü Livaneli, Oksijen gazetesinde “Arabesk bir buzdağının ucudur” başlıklı bir yazı kaleme almış.

Livaneli’nin yazısında dile getirdiği konular, ülkemizin kültürel ve sosyolojik birikimi açısından bir nehir gibi akar, derinliklerine iner. Ancak bazı noktalarda, halkın gerçekliğine uzak bir bakış açısı sergilediğini hissediyorum. Bu, her şeyden önce, halkın biricik gerçekliğini anlamanın ve o gerçeğe saygı duymanın eksikliğidir.

Sanat, bir toplumun ruhudur. Her bir melodi, her bir sözcük, o toplumun özüdür; sevincidir, acısıdır, umududur. Halk, kalbinde taşıdığı değerleri, yaşadığı acıları ve hayalleri sanatçılar aracılığıyla dile getirir. Bu halk, sanatıyla var olur. Öyleyse, halkın sevgisini kazanmış bir sanatçıyı sadece belirli siyasi kimliklere veya ideolojilere indirgemek, o halkın derin duygusal dünyasını küçümsemek olur. Bir halkın sanatçısı, o halkın özüdür. O sanatçıların duyguları, ruhları ve sözleri, bir halkın nefesidir. Bu gerçekliği anlamadan, bu ruha dokunmadan yapılan değerlendirmeler, halkın sesini duymaktan başka bir şey değildir.

Ferdi Tayfur’un Hayranları ve Toplumsal Çeşitlilik

Ferdi Tayfur’un sesi, dağların başından ovaya inen bir rüzgâr gibi, halkın gönlünde kök saldı. Bu sesi yalnızca bir ideolojiye ya da siyasi görüşe hapsetmek, onun büyüklüğüne yapılmış bir haksızlıktır. Livaneli’nin sözünü ettiği gibi, “Ferdi Tayfur’un vefatı bir siyasal hesaplaşmaya dönüştü” demek, halkın ortak duygularını dar bir kalıba sığdırmaya çalışmaktır. Ancak bu müzik, hiçbir zaman yalnızca bir kesimin değil, toprağın bağrında büyüyen her insanın yüreğindeki sızının dilidir.

Bu türküleri dinleyenler arasında her kesimden insan vardır: tütün tarlasındaki işçiden şehirdeki beyaz yakalıya, gecekondu mahallesindeki gençten varlıklı semtlerin sakinlerine kadar herkes. Çünkü bu ezgiler, bir toplumun ortak vicdanı, ortak özlemi ve ortak hüznüdür. Bu, halkın sesi ve ruhudur; ne bir partiye ne de bir ideolojiye aittir.

Köyden kente göç, yalnızca bir coğrafi hareket değil, aynı zamanda bir ruhun, bir kültürün devinimidir. Kentsoylular, köylünün getirdiği bu değerleri anlamakta hep zorlanmıştır. Livaneli’nin değerlendirmesi, kentlilerin gözünden köylüyü bir “öteki” olarak görme eğilimini işaret ediyor. Oysa bu topraklarda hiçbir halkın sesi, diğerinin üzerinde değildir. Köyden gelen kültürü, kente gelen halkın yeni dünyaya uyum çabasını anlamadan, “yabancı” ya da “aşağı” görmek, halkın oluşturduğu bu zenginliği hiçe saymaktır.

Kültürel farklar elbette vardır; dağ başındaki türküyle şehrin sokaklarında yankılanan şarkı farklıdır. Ama ikisi de aynı hikâyeyi anlatır: Sevgiyi, ayrılığı, yoksulluğu, umudu. Bu ezgilerde, köydeki harman yerinin tozu da vardır, şehrin sokak lambalarının sönük ışığı da. Birini diğerine üstün görmek, bir insanın kendi köklerini inkâr etmesinden başka bir şey değildir.

Kültürel Dönüşüm ve Halkın Üreticiliği

Livaneli’nin, “Bu dönüşüm müziği, yemek kültürünü, davranış biçimini, kadın-erkek ilişkilerini, mimariyi, eğlence biçimlerini ve siyaseti değiştirdi” sözleri, halkın bin yıllık hikâyesinin kent sokaklarında yankılanan yeni bir perdesini anlatıyor. Bu gözlem doğrudur ama bu dönüşümü yalnızca bir yozlaşma ya da bozulma olarak görmek, toprak kokusuyla harmanlanmış bir halkın yeniden doğuşunu görmezden gelmek demektir.

Köyden gelen insanlar, sırtlarında sadece yoksulluklarını değil, hayallerini, türküleriyle yoğrulmuş değerlerini de taşıdılar. Şehrin taş duvarları arasında yeni bir hayat kurarken, ellerinde ekmek kadar taze umutları, içlerinde bozkır kadar geniş düşleri vardı. Bu süreç, bir kayboluş değil, bir harmanlama süreciydi. Yeni bir dünya kuruyorlardı; bu dünya, köyden gelen inatçı toprağın, şehrin acımasız düzeniyle el ele verip birbirini dönüştürdüğü bir dünyaydı.

Kadim mimari yerini beton binalara bırakırken, köyün masalsı şarkıları apartmanların balkonlarından yankılandı. Kadınların ve erkeklerin birbirine seslenişi değişirken, yoksul mahallelerin eğlenceleri birer umut türküsüne dönüştü. Bu, bir yenilenmeydi; halkın kendi ürettiği, kendi şekillendirdiği bir modernleşmeydi. Livaneli’nin dediği gibi, “Bu bir muhafazakârlık değil, yeni bir modernleşme teklifiydi.” Lakin bu modernleşmeyi küçümsemek, köyden kente göç eden milyonların terini, gözyaşını ve umutlarını küçümsemek anlamına gelir.

Bu halk, şarkılarıyla konuşur. Yalnızlığını, başkaldırısını, hasretini ve acısını türkülerin içine saklar. Arabesk dedikleri, bir başkaldırının türküsüdür; kent varoşlarının göğünde yankılanan bir çığlıktır. Bu sesleri anlamamak, halkın yüreğini anlamamaktır. Şehirde yükselen bu ezgiler, bozkırın rüzgârını taşır ama artık o rüzgâr, bambaşka bir yankı oluşturur. İşte bu, halkın duygularıyla dokuduğu yeni bir dünya düzenidir.

Arabesk Müzik: Halkın Duygusal Haritası

Livaneli, “Halkın asıl temsilcileri ezildi” diyor. Kimdir bu ezilen halkın temsilcisi? Bu soruya yanıt ararken, köylerin toprak kokan sessizliğini ve şehirlerin gürültülü kalabalığını dinlemek gerek. Halkın temsilcisi, onun türküsünü söyleyen, onun yarasına merhem olan, onun sevincine ortak olandır. Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay, Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses, Neşet Ertaş, Barış Manço, Erkin Koray, Cem Karaca… Bu isimler, halkın bağrından kopup gelen birer ses oldular. Onlar, köyden kente göç edenlerin acısını, umutlarını ve yalnızlıklarını bir ezgiye dönüştürdüler. Onların şarkılarında, halk kendini buldu; onların türkülerinde halkın sesi yankılandı.

Neşet Ertaş, bozkırın ortasında çalınan bir bağlamanın iniltisi gibiydi; saf, temiz ve güçlü. Siyasetin sert taşları arasında yuvarlanmadı; onun yolu, halkın yüreğine varan bir yoldu. Geç de olsa değerini bildik, ama onun sesi hep vardı; tıpkı bir ırmağın sessizce akıp gidişi gibi. O, bu ülkenin en saf, en temiz türküsünü söyledi. Aynı saflığı, aynı derinliği Ferdi Tayfur’un yanık sesinde, Müslüm Gürses’in başkaldıran ezgilerinde ve Orhan Gencebay’ın içli melodilerinde bulmak da mümkündür. Onların dili, köyden kente göç edenlerin, kendini yeni bir dünyada bulanların dilidir.

Ferdi Tayfur’un şarkıları, yalnızca bir müzik değil, bir dönemin sancılarının haritasıdır. Bu haritada, köyde terk edilen evlerin gölgeleri vardır; şehirde tutunamayanların yalnızlıkları da. Müslüm Gürses’in ezgileri, bir başkaldırı, bir acı haykırışıdır. Orhan Gencebay, toprağın sabrını ve şehirlerin hızlı adımlarını bir arada anlatır. Onlar sadece müzik yapmadılar; bir dönemi, bir halkın çığlığını dile getirdiler.

Bu sanatçılar, halkın yeni dilini ürettiler. Onların şarkıları, halkın geçiş döneminde yaşadığı zorlukların, umutların ve özlemlerin bir ifadesidir. Bu sesi anlamamak, halkın derinliklerini, onun sancılarını görmemek demektir.

Büyük Paralar Kazandılar mı?

Livaneli, “Çok büyük paralar kazandılar” diyerek arabesk sanatçılarını eleştiriyor. Ama neye dayanarak? Halkın sevgisinin karşılığı olan bu kazançlar, sanatın köklerini halkın içinde bulan bir meyvenin hasadıdır. Ferdi Tayfur’un yanık sesinde, Müslüm Gürses’in başkaldırısında ve Orhan Gencebay’ın içli ezgilerinde, halkın yaşamından damıtılmış bir derinlik vardır. Onların kazandıkları, sadece paradan ibaret değildir; onlar, halkın yüreğindeki tahtı kazanmışlardır. Bu değerlerin maddi bir karşılık bulması, halkın öz değerlerine sahip çıkmasının bir göstergesidir.

Ferdi Tayfur’un şarkılarında tarlada alın teri döken köylünün, şehirde gece vardiyasında çalışan işçinin türküsü yankılanır. Müslüm Gürses’in sesi, yoksulluğun, ezilmişliğin ve unutulmuşluğun isyanıdır. Orhan Gencebay, yalnızca bir sanatçı değil, halkın dilini konuşan, onun hislerini nota nota dünyaya haykıran bir bilgedir. Bu isimlerin halkla kurduğu bağ, kökleri toprağın derinliklerinde, dalları gökyüzüne ulaşan bir çınar ağacı gibidir. Bu bağın körelmesi mümkün müdür?

Livaneli aynı yazıda, Ruhi Su, Âşık Mahsuni, Edip Akbayram gibi isimlerin değer görmediğinden bahsediyor. Doğrudur, sistemin baskıları bu sanatçıların da yollarına taşlar döşedi. Ama halk, bu taşları aşmayı her zaman bildi. Halk, kendi sesine yabancılaşanları unutsa da, kendisine yakın olanları hiçbir zaman unutmamıştır. Lakin bu sanatçılar diğerleri kadar halk nazarında değer görmedilerse, iç dünyalarına dönüp nerede hata yaptıklarını düşünmeleri gerekmez mi?

Livaneli’nin dediği gibi, “Sanat bir nehir gibi her zaman akacağı yatağı bulur.” Lakin o yatağın halkın içinde aktığını unutmamak gerekir. Bu nehir, halkın sevdasıyla, öfkesiyle, umuduyla beslenir ve daima kendi yolunu bulur. Yeter ki o nehrin sesini duyabilen bir kulak, o sese dokunabilen bir yürek olsun.

 Sanat ve Samimiyet

Halk, samimiyeti her zaman tanır ve ödüllendirir. Ferdi Tayfur’un yanık türküsü, Orhan Gencebay’ın içli sazı, Müslüm Gürses’in isyan dolu sesi... Bu isimler, halkın bağrına basıldıysa, bunun nedeni halkın derin yaralarına dokunmalarıdır. Onlar, yalnızca birer sanatçı değil, birer halk ozanı, birer masal kahramanı gibi halkın dertlerini, sevdasını ve umudunu dile getiren kişiler oldular. Livaneli’nin dediği gibi, “Bir sanatçının sevilip sevilmemesi bir kimlik tartışmasıdır,” fakat o kimlik, halkın kendi kimliğidir. Halk, kendine ayna tutan sanatçıyı sever; kendine uzak düşeni unutur.

Arabesk diye küçümsenmeye çalışılan bu müzik, aslında halkın türküsüdür. Bir annenin oğluna ağıtı, bir işçinin teri, bir gencin sevdası bu müziğin içinde yankılanır. Bu ezgiler, köyden kente göç edenlerin, şehirlerde tutunmaya çalışanların dilidir. Bu müziği küçümsemek, halkın alın terine, gözyaşına ve umuduna sırt çevirmektir.

Sanat, bir toplumun ortak duygularının aynasıdır. Bir sanatçı, halkının derinliklerini anlayabiliyorsa, onun gerçekliğine dokunabiliyorsa, işte o zaman bir sanatçı olur. Müslüm Gürses’in “İtirazım var” deyişi, yalnızca bir söz değil; bir başkaldırı, bir haykırıştır. Orhan Gencebay’ın ezgileri, bir sevda masalının sesi gibidir; ne kökünden koparılmıştır ne de geleceğinden.

Sanat, halkın içindeki o yanık duyguyu dile getirmek, ona bir şekil vermek, onun adını koymaktır. Bu, gerçek bir sanatçının ve düşünürün en büyük görevidir. Halkın sesini anlamak ve o sese dokunabilmek, yalnızca bir sanat değil, bir vicdan işidir.