Nobel ödüllü, İrlandalı yazar Bernard Shaw; “para söz konusuysa, herkesin dini birdir” der.

Dindar olmakla ahlaklı olmak aynı şey midir?

Din-Ahlak ilişkisi çok karmaşık bir konudur.

Sormak gerekir; neden dindar ve dindar görünen insanların çoğu kötü bir ahlaka, kötü bir karaktere, bazı kötü huylara, bazı kötü alışkanlıklara sahiptir?

Durum böyleyse, o halde yaptığı bir davranışından veya tercihinden dolayı kimse kimseyi dinsizlikle suçlamasın.

İnançlı birinin, inançsız birinden daha mutlu olduğunu, sarhoş birinin, sarhoş olmayan birinden daha ayık olduğunu ve akli melekeleri yerindeymiş gibi davranabileceğini kim iddia edebilir?

Ahlak bir vasıftır. Bu vasıf, dinden bağımsız bir şekilde kendiliğinden de oluşabilir.  

Ahlak, insanın doğumuyla getirdiği ya da ailesinden ve çevresinden sonradan kazandığı, onun iyi ya da kötü vasıflandırılmasına yol açan maddi ve manevi nitelikleri, kendi arzu ve iradesiyle ortaya koyduğu birtakım tutum, davranış, iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin huy ve alışkanlıklarıdır.  

Din inancı da, insanlıkla beraber doğmuştur. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde din duygusundan mahrum bir millete rastlayamazsınız. Nerede insan varsa, orada din duygusu, aşkın bir güçten duyulan korku ve bir nevi iman ve ibâdet vardır. Din, insanlara, yaratılış gayesini ve varoluş hikmetini bildirir. İyi ve faydalı şeyler yapmayı, zararlı işlerden de kaçınmayı, doğruya ulaşmayı, kötüden uzaklaşmayı emreder. Bunlar içinde bazı kurallar koymuştur.

**

Süper teknoloji çağını yaşıyoruz. Bütün bu ileri teknolojiye rağmen hepimiz, insan eliyle icat ve icra edilen ve dahi insanı insanın başına belâ eden maddî ve manevî sıkıntılar karşısında çaresiz ve âciziz. İnsanın bütün çaresizliği nefsinin, heva ve heveslerinin, körü körüne inandıklarının ve günübirlik heyecan peşinde koştuklarının bir sonucudur.

Mide ve onu doyuran gıdanın…

Gözlerin ve onun görmesini temin eden ışığın…

Dil ve lisanın onu konuşmanın, onunla anlaşmanın, onunla birşeyler anlatabilmenin…

Kulakların ve onunla işitmenin, onunla duymanın, onun yaptığı yönlendirmenin, beyinde kurduğu dengenin…

Dokunmanın ve onun dokunana-dokulunana verdiği haz ve acının…

Aklın ve ona sahip olmanın ve dahi onu kullanabilmenin, Allah’ın insana verdiği en büyük nimet olduğunun…

Farkında mıyız?

**

Can sıkıntısı, hayal kırıklığı, huzursuzluk, bunalım, stres dediğimiz ve insanın iç dünyasını ele geçiren bütün bu olumsuz şeyler (duygular-beklentiler-yaşanmışlıklar), hep bu göremeyen gözlerin, işitmeyen kulakların, hissetmeyen kalbin, doymayan midenin ve dahi bunların varlık ve kıymetini kavrayamayan aklın feryat ve çığlıklarıdır.

Çevrenize bir bakın. Makam, mevki, şan, şöhret, statü, siyaset için başkaları ile kavga etmekten kendimize bakamıyoruz. Ha babam, de babam dünya malının, emtianın peşinde koşuyoruz. Sahibi olduğumuz nesnelerle daha mutlu, çok mutlu, en mutlu olduğumuza kendimizi inandırıyor, kendimizi avutuyoruz. Sürekli koşuyoruz. Koştukça acıkıyor, acıktıkça yiyor, yedikçe doymuyoruz, doymadıkça yine acıkıyor, yine yiyoruz... Şükretmiyoruz. Şükretmeyince, Allah’a verdiği sağlık, sıhhat, afiyet ve rızık için hamdetmeyince kazandığımız malın da, mülkün de, kazancın da bereketi kalmıyor, hayrını görmüyoruz. 

**

Yaşadığımız mevsimler gibi insanların da iç dünyalarında sürekli bir bahar göremezsiniz.

Çoğumuz sahip olduklarından mutlu değilmiş, hayatında birşeyler eksikmiş, bir şeyler yarım kalmış, bir tamamlanamamışlık hissi içerisinde sürekli patinaj yapıp duruyor.

Kime sorsanız; hem dünden hem de bugünden şikâyetçi. Yarından ise endişe ettiğini, kaygı duyduğunu söylüyor. Bulunduğu durumdan, asosyalliğinden, gücünün zayıflığından, kendine güvensizliğinden, karamsarlığından, umutsuzluğundan, yaşadığı ruhsal çöküntüden hep başkalarını sorumlu tutuyor. Bunlardan kurtulmak için hep ötekilerin, hep diğerlerinin, hep başkalarının, hep karşısındakilerin değişmesi gerektiğini düşünüyor. Oysa değişim için önce kendinin değişmesi,  kafasını değiştirmesi, değişime önce kendinden başlaması gerektiğini, güçlü bir irade, özgüven, inanç ve imana sahip olması gerektiğini hiç hesaba katmıyor. Hep söyleniyor, hep sızlanıyor, hep şikâyet ediyor…

Daha da önemlisi hayatın, başına getirdiği hoşnut kalmadığı durumların, memnun olmadığı olayların ve dahi onlarca ters giden şeylerin kendine kazandıracağı deneyimlerin yaşamını daha keyifli hale getirecek bir “tecrübeyi” kazandıracağına ve sonrasında yaşamını daha keyifli hale getireceğine hiç ihtimal vermiyor.

İnsanlık tarihinin bugüne kadar tanınmış en ünlü bilim insanı ve bir “dahi” olarak görülen teorik fizikçi Albert Einstein, ABD'de yayımlanan ve “Büyük Amerikalıların Çocuklarına Mektupları” isimli kitapta oğlu Hans Albert’e yazdığı on maddelik “hayat dersi” başlıklı mektubunda şu sözleri “insanların hayat bilgileri” için çok önemlidir.  

·       Her gün aynı rutinde yaşayarak farklı görünmeyi bekleyemezsiniz. Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek, deliliktir. Hayatınızın değişmesini istiyorsanız kendinizi değiştirmelisiniz.

Tecrübe, insanın istediği bir şeyi kaybettiğinde önce "tüh be" dediği, sonra derin bir "iç çektiği" ve sonrasında her şeyini  kaybettiğinde de "keşkelerle" dolu bir birikim olmamalı. Şurası muhakkak ki kazanılmış bir başarı; uzun yıllar üstüste konulan birikmiş tecrübenin…, üzücü ve hüzün veren şeyler karşısında duyulan katlanma gücü ve sabrın…, zor ve kötü durumlarda gösterilen tahammülün…, ve yaşanılan zihinsel ve düşünsel değişimin bir sonucudur.

**

Hayatta, hiç bir durum "mutlak", "kesin", "asla" veya "kat'a" ya da “kat’i” değildir.

Eğer, hayatınızı bu keskin sınırlara göre tanzim etmeye, yaşamaya ve dahi çevrenizi de bu şartlanmışlığa uymaya zorlarsanız, sürekli bir yetersizlik durumu, tatminsizlik duygusu ve yalnızlık hissi içerisinde o değişmez prensiplerinizle, o katı ilkelerinizle yaşarsınız…

**

Ahir zamandayız. Çetin bir imtihandan geçiyoruz. Hiçbir imtihan rahat ve kolay olmaz.

İnsanların çoğu her anlamda, madde ve mana anlamında, huzur, mutluluk ve saadete, bolluk, bereket ve refaha kolay yoldan, kestirme yoldan, zahmetsizce erişmek, her iki cihanda da hem bu dünya da hem de öbür dünyada cenneti yaşamak istiyor.  Buna erişim sağlamak içinse değişimi önce kendilerinde, kendi içlerinde, kurdukları dünyalarında, kendi nefslerinde başlatmaları gerekiyor…

Vicdanlarını, şahsiyetlerini, ideallerini, mefkûrelerini ve dahi inançlarını paranın satın aldıklarını, bulundukları makama, mevkiye, mala-mülke, şana-şöhrete doymayanları düzeltmeye ve dahi uzaktan «ayar» vermeye kalkarsanız buna zamanınız da, nefesiniz de, ömrünüz de yetmez.

Hayatınız boyunca çok kez hissettiğiniz, onlarca kez duyduğunuz, tekrar yaşanmasın diye çabaladığınız o “Pişmanlık” duygusu içerisinde sürekli “ring” yapıp durursunuz.

Efesli Yunan Filozof Heraklitos’un dediği gibi;

Her şey akar, hiçbir şey kalıcı değildir; o yüzden aynı dereye iki kez girmek mümkün değildir; Çünkü dereye bir kez daha girdiğimde hem ben hem de dere değişmiştir.

Ne aradığını bilen kişi, onu bulduğunda mutlaka tanır…

Yeter ki, değişime ve gelişime açık olsun…

Yeter ki, değişeceğim diyebilsin.

Yeter ki, bunu yürekten, gönülden istesin…

Ve yeter ki, o ilk adımı atabilecek cesareti kendisinde bulabilsin…