Mehmet Akif Ersoy (1873–1936)’un yaşamı kadar ölümü de ibretliktir. Türkiye Cumhuriyet’i Devleti için “İstiklal Marşı” yazmış olan merhum Akif, 27 Aralık 1936 yılında vefa ettiğinde devletin hiçbir yetkilisi cenazeye katılmadığı gibi katılan öğrenciler hakkında soruşturma açılmıştır. Akif yaşarken halk nasıl sahip çıkmışsa, vefatında da yalnız bırakmamıştır. Tabutuna Türk bayrağı asan sokakta ki halk Akif’i, tekbirlerle uğurlamıştır. Ondan yaklaşık üç buçuk ay sonra, 12 Nisan 1937’de Maçka Palas’ta 85 yaşında hayatını kaybeden aynı dönemin şairi Abdülhak Hamit Tarhan için Mustafa Kemal emriyle ulusal cenaze töreni düzenlenerek Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilen ilk kişi olmuştur. Akif’e karşı tam bir çifte standart uygulanmıştır.
Dinin içine hayatı sokar!
Türk edebiyatında Akif kadar yaşadığı devri bütün teferruatı ile gören ve gösteren bir başka şairi göstermek güçtür. Safahat’ta her şey Akif’in duyuş ve görüş sahnesine girer. Akif bunları sadece şiir değil, edebiyatın bütün ifade vasıtaları ile anlatır: Tasvirler yapar, portreler çizer, hikâyeler söyler, fıkralar anlatır, konuşmalara başvurur, vaz eder. Akif, şiirin sınırlarını nesir kadar, edebiyat kadar genişletir. Akif, kendisinden önce Türk edebiyatında kimsenin yapamadığı işi yapmıştır. Mabede sokağı, dinin içine hayatı sokar. Akif şehrin içine gerçekten giren ve feryat ve figan koparan bir şairdir. Akif’in esas meselesi dünya ve toplumdur. Akif için din, insanları nizama sokan ve yükselten bir kuvvettir. O, Müslümanlığı sadece bir ahiret dini gözüyle bakmaz, onun dünyayı da düzeltebileceğini iman eder.
Akif, insanların değerlerini kaybedişlerini, somut bir şekilde göz önüne koyar.
“Ötüyor her taşın üstünde bir dilli düdük
Dinliyor kaplamış etrafa yüzlerce hödük,”
Merhum Mehmet Kaplan’ın ifade ettiği gibi, “halk dilinde de gevezeye “dilli düdük”, manasız konuşmaya “ötmek” ve aptala ise “hödük” denilir. Akif, bu tabirleri Meşrutiyet devrinde sokak başında konuşan hatiplerle onları dinleyen kalabalığa tatbik ederek gülünç bir tablo vücuda getirir. “Düdük” ile “hödük”ün birbiriyle kafiyeli oluşu gülünç bir tesir yaratır. Akif, bu mizaç ve kabiliyetiyle, nevi şahsına münhasır bir edebi sanatkârlığından ileri gelir.
Kur’an’dan örnekler
O en önemli siyasi meseleleri bile Kur’an’dan örneklerle inandırıcı bir dille açıkladığı için, geniş kitleler tarafından büyük bir dikkatle ve saygı ile dinlenmiştir. Şubat 1920’de Balıkesir Zağanos Paşa Camiinde şöyle der: “Yabancılar yüzyıllardır ayrılık tohumlarını aramıza serptiler. Eğer biz Müslümanlar yaşamak istiyorsak toplumda ayrılığa, dargınlığa yol açabilecek en önemsiz söz ve hareketlerden bile çekinmeliyiz.”
Halkın camilerde vaaz, hutbe ve nasihat yoluyla eğitilmesine de çok önem verir Akif. Kasım 1920 Kastamonu Nasrullah Camiinde; “güler yüz gösteren düşmanları dost edinmemek gerektiği” yolundaki bir ayeti (Âli İmran, 118) açıkladıktan sonra, sözü iç isyanlara getirir: “Müslümanlar gözünüzü açın! Yıllardır bizim iliğimizi kurutan iç meselelerin hepsi düşman parmağı ile çıkartılmıştır. Artık kime hizmet ettiğinizi, kimin hesabına bir birimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamalıyız!”
Ona göre Devletin çökmeye yüz tutmasının nedeni, beşikte kulağa fısıldanan, öğretmenler, yazarlar, devlet adamları tarafından işlenen bir hayat ve eğitim felsefesidir. İyi bir öğretimde, öğretmenler kadar iyi ve uygun yazılmış ders kitaplarının da önemini savunmuştur. Akif’in şiirlerinin her birisinde bir hikmet dersi ve hayati bir mesaj vardır. O yaşadıklarını, hissettiklerini, gördüklerini Kur’ân’ın penceresinden değerlendirmiş, olayları onun gözlüğüyle okumuş ve bu şekilde duygularını kaleme dökmüştür. Mehmet Akif Ersoy yaşadığı dönemde milletinin vicdanı olmuş bir şairdir. Onun için tam anlamıyla “kendisini milletine adamış insan” denebilir. Çünkü o milleti için yazmış ve konuşmuş, milleti için cami cami, kürsü kürsü dolaşmış bir Türk münevveridir.
Vatan ve millet şairi
Akif, konuşma dilini şiirleştirdi, aruz ölçüsüyle şiirler yazdı. Türkçeyi bütün ihtişamıyla, sadeliğiyle ve lirizmiyle dillendirdi. Destansı eserler inşa eden Akif, sade bir dille manzum hikayeler de kaleme aldı. Seyfi Baba, Küfe, Hasta şiirlerinde çok güçlü mekan tasvirleri vardır; adeta film sahnesi gibi. Akif'in muhteşem bir kelime hazinesi, nefis bir ahenk anlayışı ile harika bir şekilde kelimeleri seçer. Akif, dilimizin Mimar Sinan'ı, şiirimizin Itrisi'dir. Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya Savaşlarını gördü. Koca Osmanlı Devleti gözü önünde Batılılarca yıkıldı, parçalandı, yağmalandı. Çarşaf gibi devletten elimizde mendil gibi Türkiye kaldı. Kurtuluş Savaşına Akif bizzat katıldı. Evini ve ailesini İstanbul’da bırakarak Ankara’ya gitti, Burdur milletvekili olarak Meclis’te görev yaptı, cephelere gitti, askerimize vatan ve şehitlik aşkı veren konuşmalar yaptı.
Akif, vatan ve millet sevgisi, hürriyet aşkıyla doludur. Kavmiyet düşüncesinin, taassubun, cehaletin, haksızlığın karşısındadır. Onun lügatinde tembellik, korkaklık, hazırcılık, başkasının üzerinden geçinme yoktur. Vefalıdır. Aynı zamanda sözünün eridir. Davası, ideali olan bir şair ve mütefekkirdir. Samimi ve mütevazıdır. Hayatı yoksullukla geçmiştir. En değerli eserini millete bağışlayacak kadar da cömerttir. İnsani, İslami ve ilmî olan her şeyin yanındadır.
Dünyaya gelmekte geç kalmış gibi mustarip bir yüzü vardı. Fakat bu ıstırabını hiçbir lütfun ve itibarın önünde gizlemedi. Bu mazi hicranını bir imanın sayhasındaki çıplaklıkla yüzünde taşıdı. Ancak bu, ne bir menfaatin vasıtası, ne de bir gururun davasıdır; Mehmet Akif, sade bir adamdı. Kısaca Akif tüm olumlu özellikleri üzerinde toplamış bir şahsiyet abidesidir. Rahmet ve minnetle yad ettiğim merhum Akif, Yunus Emre’nin ifadesiyle bu dünyadan garip bir şekilde göçmüştür:
“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin”
Prof. Dr. Süleyman DOĞAN
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi