İnsanın yaradılışında sanatların özel bir yeri vardır. Bu özellikle insan kendisindeki ötekini farkeder. Şiir de bunlardan birisidir. Başta gelenidir diyebiliriz. 'Müzik ruhun gıdasıdır' vecizesini bilmeyen var mıdır? Güzel bir sözdür. İyi müzik insan ruhunun ihtiyaçlarındandır. Müzikte kalite o kadar önemlidir ki farkında olmadan kelimenin sesinde yatan ciddiyete iltica ederiz.Türk musikî si deriz. Batı musikî si deriz. Hakikî müziğe olan inancımızdandır. Türkülerde, otantik olana sadakatle biz artık memnunuzdur. Orijinal olana riayet ile otantik olana sadakat buluştuğu zaman orada toplum vardır. Orada millet ruhu vardır. Kendimizden doğmuş, nesil nesil yoğrula yoğrula oluşmuş Kendi Medeniyetimizi sinemizde yaşarız. Doğrusu özyaşamın ta kendisidir bu. Özyaşam zorlama kabul eder mi? Bu mümkün değildir. İnsan ruhu daima arınmak, böylece dünyadan evvel, tâ ne zaman, yaratılıştaki halini korumak tepkisini her zaman verir. İnsan olarak böyleyiz. 

İşte ruhumuzla geçmişe mi dönük geleceğe mi yönelik olduğumuza tam karar veremediğimiz haller yaşarız. İnsan böyle zamanlarında içinden tiftiklenmiş gibi olur sanki. Dilinde bir şarkının nağmelerini farkeder. Sabahtan beridir aynı şeyi mırıldanıp durduğuna şaşar. Teselli psikolojisi sarmıştır. Avunmaya dalmıştır. Yahya Kemal`in deyişiyle 'öz musikî miz', imdada yetişmiştir. Niyaza, duaya girişkin bir yanı da var belki bunun. Şimdi cüretkâr (!) sorumuzu sormanın sırası. Ruhun gıdası müzikten önce şiir olmasın? Şiirin daha bir önceliği, daha bir merkezde oluşuna düşüncemizi çevirmemiz bir yasak bölgeye girmek mi olur? Bağdaşını kurup kopuzunu eline alan Eski Türk, doğaçlama kendi ruhunun ezgilerini arıyordu. Gelişimiz, o Şiirle nağme aynı noktadan çıkar. Onun için türkî , onun için şarkî denilmiştir. Bugün türkü ve şarkı diyoruz. Bir çağdan sonra Divan şiirinde doğrudan doğruya Şarkı başlıklı şiirler yazılmasına dikkat etmeye değer. Yahya Kemal de yazarak, devamı arzu etmiştir. 

Modern şiirde olmazsa olmazlardan biri de içmusikî dir. Bu içmusikî şiir ile toplum arasındaki bağı sağlayan bir unsurdur. Şairin teklif ettiği öz ile milletin taşıdığı töz aynı titreşimde buluştuğu ân, birleşiyorlar gibi. O zaman büyük ân doğuyor ve yaşanıyor. Türk milleti ile Şiir arasında bu derecede incelmiş, inceldikçe de pekişen bir ilişki vardır. Yahya Kemal tek başına insanı şiiriyle tarihî -ruhsal ilgide tutmayı başarıyor. İşgal İstanbul`u bu şiire sığınıyor. Ahmet Hâşim yeni bir şiir mantığını sezen ve ilk denemesini yapan bir şairdir, bu bakımdan Sezai Karakoç`u haber veren bir öncüdür. Bununla birlikte cevher (töz) de yan yana gelişte maşerî ruhu terennüm eden Yahya Kemal olmuştur. Daha sonra Necip Fazıl insanda derinleşen bir şiirle toplumun şiir umuduna karşılık verecek güçtedir. Şiiriyle maşerî zevki fethetmeye gelirsek Hâmid Makber`le, Y.Kemal Süleymaniye`de Bayram Sabahı, Hâşim Merdiven, Faruk Nâfız Han Duvarları, Necip Fazıl Kaldırımlar, Çile, Cahit Sıtkı Otuz Beş Yaş şiiri, Dıranas Fahriye Abla`yla toplum ruhundaki şiir uman yetiye seslenirler. Orhan Veli`yle bu işbirliği bozuluyor aslında. Bir terslik söz konusu geçmişten gelenle. 1950`de yeni bir kuşak gözüküyor: Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Gülten Akın. Atilla İlhan toplumun şiirle tatminini sağlıyor. Sezai Karakoç`un Monna Rosa`sı başka bir yazgıyı taşıyor Türkiye`ye. Şiir Balığı denize yeniden kavuşuyor. Sezai Karakoçbütün şiiriyle de toplum ruhunu okşamağa başlıyor.