`height=

Bazı meslekler vardır, dışarıdan cazip gözükür.

'Büyüyünce ne olacaksın?' sorusuna verilen ilk cevap genelde 'doktor olacağım' sözüdür. Bununla birlikte 'pilot olacağım', 'mimar olacağım', 'mühendis olacağım' gibi sıralanır; Gerçekten de bazı meslekler dışarıdan hoş gözükür ama o meslek sahiplerinin durumu hoş mudur? Sözü nereye getireceğimi anladınız. Lafı uzatmadan sorumuza gelelim:

Biz sağlıkçılar ne kadar sağlıklıyız?

Bu sorunun cevabı elbette ki her konuda olduğu gibi mesleğimizde de kişiden kişiye değişmekle birlikte genel olarak şöyledir.

Sağlık çalışanları üniversite yıllarından başlayan çok stresli bir maraton içindedir; Eğitimleri zorlu ve ağırdır. Teorik ve pratik süreçlerin ardından yoğun stajları olan bir dönem yaşar. Eğitimden sonra uzmanlık vs. çalışma alanlarında hem eğitim hem çalışma temposu çok yoğundur.

Günlük 15-16 saatlere kadar varan bir çalışma programı devam eder. Bir de bunlara nöbetler eklendiğinde bazen gününün 20 saatine kadar bir yoğun tempo içerisinde yıllarca süren bir hayat yaşanır. Bunların hepsini eklediğinizde maalesef biz sağlıkçıların kendi sağlıklarına ayıracağı vakti, öz bakım süreçleri çok kısıtlanmaktadır. Ailesine çoluğuna çocuğuna bile vakit ayıramaz bazen. Bu durumlar yıllar içinde vücudun biyolojik ritminin bozulmasına sağlığının da hızlı bir şekilde elden gitmesine, kaybolmasına sebebiyet verir. Bu mesleğin kaderi, tıpkı öğretmenlerde olduğu gibidir.

'Öğretmen bir mum gibidir, etrafını aydınlatırken erir' denildiği gibi sağlık çalışanları da bir anlamda insanların sağlığı için kendi sağlığını göz ardı eder. Hatta doktorun ailesi çoluk çocuğu hayatını yaşasa da doktorun hayatını yaşamaya vakti ve zamanı olmaz. Doğru bir tespittir. Çünkü sağlık sektörü çalışanları işinin doğası gereği mesai kavramları olmayan kimselerdir. İstirahatinin tatilinin vb. her anında zamansız bir hasta ile karşı karşıya gelebilir. Bu sebeple stresi, eforu, meşakkati çalışması yüksek olan bir sektördür.

İkincisi ne kadar sağlıkçıyız?

`height=

'Sağlıkçıların sağlığı ne kadar yerindedir?' sorusuna ikinci ve işin daha vahim boyutunu anlatarak cevap vermeye çalışacağız.

Şöyle ki, biz sağlıkçılar tıp fakültelerinde, eczacılık fakültelerinde, fizyoterapi fakültelerinde, diş hekimliğinde veya diğer sağlık yüksek okullarında vb. alanlarımızla ilgili eğitim alırken ortak alanımız olması gereken 'sağlıklı ve dengeli beslenme' ve 'gıda' konusunu öğrenmeden mezun oluruz. Biraz daha somut örnek verirsek hiçbirimiz üniversitede bir karabiberi, bir zahteri, bir zencefili, zerdeçalı okumadık.

'Naneyi limonu kaynatıp gribal enfeksiyonlara karşı ne yapabiliriz?' sorusunu ve cevabını üniversitelerde görmedik. Türk toplumunun örf adetinden bildiğimiz birtakım folklorik reçeteler vardır. Bunları da kimimiz ya uygular ya uygulamaz. Çünkü gerek yoktur (!) uygulamaya.

Neden?

Gribal enfeksiyon yaşadığınızda gidersiniz bir hastaneye size bir serum takar doktor. İçerisine birtakım vitamin mineral koyar oldu bitti. Ayağa kalkıverirsiniz. Dolayısıyla artık kocakarı ilaçlarına bitkisel çaylara veya ihtiyaçduyulan gıdalara vs. gerek yoktur.

Tıp mucizevi şekilde (!) her alana çözüm sunmuştur çünkü. Eğer beslenmeyle ilgili bir durum gerekliyse de doktor hastasına der ki:

'Sağlıklı ve dengeli besleneceksin'

'Ne yapacağım sağlıklı ve dengeli beslenme için hocam?'

Bu sorunun muhatabı doktor değildir. Doktor hastayı diyetisyene yönlendirir.

Herkes görevini yaptı ama;

Böylece doktor doktorluğunu yapmıştır. Eczacı ilacını vermiş eczacılığını yapmıştır. Fizyoterapist rehabilitasyon sürecinde hastayı rehabilite etmiştir. Beslenme konusu da diyetisyenin işidir. Diyetisyene giden hasta, sağlıklı ve dengeli beslenme adına kalori hesabıyla yasaklarla vücudun kitle indeksleri dediğimiz bir takım ölçüleri dikkate alarak ortaya çıkartılan beslenme listesine göre beslenmeye başlar. Böylece herkes sağlık adına işini dört dörtlük yapmış olur.

Ama uygulamada maalesef bunun böyle olmadığını bu sürecin sağlıklı bir hayat sürme adına çözüm üretmediğini, insanların temel sağlık konusunda sağlıklı durumda olmadığını hepimiz biliyoruz.

En başında biz sağlıkçılar kendi sağlığımızın hızlı bir şekilde elden gittiğini görüyor ve kendimize çözüm bulamıyoruz. Kaldı ki insanların sağlığına kalıcı ve sağlıklı bir çözüm bulunabilsin.

Çünkü bize sadece ve sadece öğretilenler modern tıbbın aktardıklarından ibaret. 2000`li yıllara kadar tıp bölümlerinde okutulan kitapların büyük bir kısmının ilaçve cihaz firmalarının sponsorluğunda yayınlandığını biliyorduk. Son zamanlarda bunun daha ileri bir boyuta taşındığını ve artık tıp fakültelerinde ve tıpla alakalı bölümlerde verilecek derslerin birçoğunun içeriğini de ilaçve cihaz firmalarının belirlediğini görüyoruz.

Eski tıp ikisini de öğretiyordu

`height=

Eski tıp öğrencileri 'fizyoloji' dersi alırken fizyolojinin bozukluğu anlamına gelen 'fizyopatoloji' veya 'patafizyoloji' dersini de beraberinde alırlardı. Böylece onlar fizyolojiyi bilirdi onun bozukluğuyla ilgili durumu da bilirdi. Hasta üzerinde o bilgiyle yorum yapardı. Yani işin fizyolojisini de biliyordu, fizyopatolojisini de. O zaman mesleğini ona göre en üst seviyede yapabiliyordu.

Ama maalesef şimdilerdi birçok fizyoloji hocasıyla görüştüğümde 'Fizyoloji dersi veriyoruz ama fizyopatoloji dersi vermiyoruz, çünkü 'patoloji' dersi zaten var' diyor.

Bunun ne anlama geldiğini zihnimizde canlandırabilmek için 'buğday' dan örnek verelim.

Örneğimizde 'fizyoloji' dersi 'buğday' olsun 'patoloji' dersi 'ekmek' olsun.

Şimdi öğrenciye 'fizyoloji' dersinde 'buğday' anlatılıyor. Patoloji dersinde de 'ekmek' anlatılıyor. Ama ekmeğin buğdaydan nasıl yapıldığına dair olan süreç(fizyopatoloji) anlatılmıyor.

E peki bir kimseye buğdayı buğday olarak gösterip 'bu buğday' deseniz. Sonra ekmeği ekmek olarak gösterip 'bu ekmektir' derseniz, buğdaydan ekmek yapılan süreci anlatmazsanız, buğdayı ve ekmeği bilse de bu kimse ekmek yapmayı başarabilir mi?

Ama buğdayın ekmek haline geldiği süreci ve şekli anlatırsanız o zaman işte buğdayı bilen ekmeğin nasıl yapılacağını da bilir. Mesleğimize dönersek bu iki konuyu da öğrenen doktor doktorluğunu, fizyoterapist fizyoterapistliğini, eczacı eczacılığını vb. çok ileri derecede başarır ve mesleğine hakim olur.

Biz modern sağlıkçılar genel olarak okullarda öğrenmediğimiz için doğal gıdayı bilmiyoruz, canlı gıdayı bilmiyoruz dengeli beslenmenin ne olduğunu öğrenmiyoruz.

Ama çok şükür ki son yıllarda bu konuda ekranlarda basında vb. bu konuları doğru ve bilimsel bir şekilde anlatan sağlık çalışanlarımız, hocalarımız akademisyenlerimiz oluşmaya başladı.

En azından bunlar sayesinde toplumda ve meslektaşlarımızda ve üniversitelerimizde bir bilinçlenme folklorik tıbba bir sahiplenme öze dönüş gibi bir takım yönelişler oluşmaya başladı.

Bunlar ümit var sonuçlardır.

İbretlik bir anekdot

Çok sevdiğim değerli bir doçent arkadaşımı Uz. Dr. Nüzhet Ziyal hocamızla tanışmaya götürmüştüm. Hocamız Türkiye`de çalışan en yaşlı hekim. 73 yıllık tecrübesi olan üstat. Sanıyorum ülkemizin ilk Göğüs Hastalıkları Uzmanı.

Bahsettiğimiz fizyoloji fizyopatoloji konularına ve doğal tıbba en üst seviyede hakim.

Bu arkadaşı tanıştırdığımda kendisine baktı ve göbeğinin biraz fazla olduğunu görünce -ki bu arkadaşımız 1.80 boyunda 100 kilo civarındadır- dedi ki:

'Sen bundan sonra biyokimyacıyım, doktorum` demeyesin ben de sana kızmayayım.'

Şaşırdık, şok olduk. O samimidir lafını esirgemez. Dedi ki:

'Sen eğer gerçekten biyokimya uzmanı isen bir kere bu kimyanı biyolojini bilerek bu göbeğini bu hale getirmemen lazım. Önce bunu öğrenip sonra doktorluğunu yapman gerekiyor'

Buradan çok dersler çıkartmamız gerekiyor. Ben üzerime düşen dersleri aldım.

Bütün saygıdeğer meslektaşlarımıza da sağlıklı bir hayat dileklerimle saygıyla sevgiyle aktarmak istiyorum.