Günlük hayatımızda, farkına varmadan, geleneklerden, göreneklerden kopma sürüklenişi içindeyiz. Pek de umursamıyoruz bunu. Ne dersiniz?
Bence örf ve âdetlerden hiçmi hiçüzülmeksizin sıyrılıştan ürkmeliyiz. Evet, burada, 'sıyrılmak' fiili yerini alıyor. Ne denir: 'İşin içinden sıyrıldı!'. Dilimizde çok yerleşik bir deyiştir bu. Gerçi, farkında olmadan sıyrılınmaz ama kişioğlu birşeylerin eskisi gibi olmadığının pekalâ farkındadır.
En başta geleni, bence, toplumda sohbetin azalması olayıdır. Sohbetten kaçıyoruz adeta. Bir ürküş daha baştan kendi kendini vazgeçiriş diyebileceğimiz bir hâl içinde olduğumuzu kim inkâr edebilir?
Bu ürküş üzerinde durmak gerekiyor. Olumsuz anlamdaki bireyleşmenin gözle görülür, elle tutulur belirtileri arasındadır. En önde olanıdır o. Tehlikeli bir hâl ve gidişten başka nedir ki? Asıl bundan ürkmeli ve korkmalıyız. Çünkü bunun asıl adı y a l n ı z l a ş m a`dır. Evet, yalnızlaşma. İnsanın kendisini, ego hunisinin içine doğru sürüklenmeye bırakışıdır bu. Nefs, kişiye egemen olmuştur. Lâkayd insan, kendi oluşumunu olayların akışına bırakmış demektir. Bu da mümin kişinin tesadüflere bel bağlaması değil midir acaba? Yani insan olaylar karşısında, içdünyasında hareketsizse, edilgindir. İrade-i cüz`iyye`yi işletmeyen büyük bir tehlikeyi göze almıştır: Kaderine çapraz durmaktadır. Ve bunun da farkında değildir. Şuur olarak farkında değildir. Kendi durumuna kendisi bir tesbitte bulunamayacaktır. Dışardan bir bakışa, o sağlıklı buluşun teşhisine ihtiyaçduymaktadır aslında.
Burada, bu anlam dönemecinde, erkek olsun, kadın olsun insanı sarmış, kuşatmış, hatta esir almış olan ruh hâlini soralım kendimize?
O ruh hâlinin adına 'inat' derler. İnat, ruhun derinden derine çağrılarına egonun karşı durmasıdır. Bir sürücünün içinde aşırı hız yapmak mı var? Ruhun bir özlemi sayabilir miyiz bunu? Cevabı kişinin kendisindedir, kendisi cevabı keşfeder.
İnat, bence, yalnızlaşmanın zehirlice bir sonucudur. Söyleşmek, insanın içindeki çiğliğin ne güzel çaresidir. Ama inat, yani kendini aşma kararı vermemek ve bunun alışkanlığı, bir düşmandır insanın içinde. Kaçışlar, buradan gibi geliyor bana.
Biz insanlar, yalnızlaşmanın ne denli bir kendi kendini tahrip olduğunu bir anlasak!
İnsan vücudunda, kimi hücrelerde bir şekilde, yaradılıştan gelen ahenge, düzen ve işleyişe karşı isyan başlıyor. Tıp dilinde, buna kanserojen eğilim denilir bilindiği gibi. Hücre, kendi başına davranmaya başlıyor.
Bu kadar kesin bir bağlantı kurulması belki inandırıcı olmayacaktır. Ama unutulmasın, mutsuzluğun bile, uyumsuzluktan kaynaklandığına dinimiz işaret etmektedir. İlim de işaret etmektedir. Edebiyat eserleri bile, asıl edebiyat, iyi edebiyat uyum sorununu temel almış olan edebiyattır. Şiirde, hikâyede, romanda, dram tiyatrolarında.
Daha Peygamber Efendimizin ilk tebliğ yıllarında Mekke`de Cahiliye şairlerinin büyük bunalımlar geçirmeleri ne anlama geliyor? Kâab bin Züheyr içsel değişimini şiirle dışa verdi. Şairliğinde hakikî bir özdeğişim yaşadı. 'Büyük Uyum'a ulaşmaktı sancısı ve nasib oldu bu ona. Peygamber, ödüllendirdi. İslâm`ın ilk şairi, önceki değerlerini yargılamış, kendini aşmıştı. Kendine hayret etmek tuzağı kurmamıştı kendisine.
1500 yıllık edebiyatımızdan tad alalım.