“İnsanı açlık değil alışmış olduğu tokluk öldürür” der İbn-i Haldun. Kimi zaman aç kalınca sinirlerimizin gerildiği, tansiyonumuzun düştüğü, başımızın ağrıdığı zamanlar geçiriyoruz.
Birçok şeyi es geçtiğimiz halde açlığımızı küçük de olsa atıştırmalıklarla bastırmaya çalışıyoruz. Belki de arzu ve isteklerimizin ilk hanesinde doyma hissi yatıyor. Tok olmak ya da tok olmaya alışık olmak insana bir rahatlık veriyor.
Uzun süreler yokluk geçirmiş milletimiz geçirdiği zor zamanlarında bulabildiği yiyeceklerden yaptığı yemekler birer klasik olmuş. Bir çoğumuzun içmekten büyük keyif aldığı Dar hane (Tarhana) çorbası gibi hepsinin bir hikayesi var. Uyku öncesi yenilen yemek için kullanılan “yat-geber ekmeği” tabiri neredeyse Anadolu’nun hemen hemen her yerinde biliniyor ve kullanılıyor. Bazı şehirlerde sabah namazının akabinde yenmeye başlanan kebaplar, ağır yağlı çorbalar ve diğerleri. Her yörenin kendine has mutfağı, düğün yemekleri, ramazan iftar sofraları da cabası…
Peki bunların altında yatan sebep açkalma korkusu mu? Tabi ki değil.
***
Açkalınarak yaşanabilir mi?
İbn-i Haldun Mukaddimesinin birinci cildinde açlıkla ilgili şöyle diyor: “…lüks ve bolluk içinde yaşayışlarının değişik olmasına bağlı olarak, bir şehir halkının durumu da birbirinden farklıdır. Diğer taraftan bedevilerden ve şehirlilerden lüks ve bolluk içinde yaşayanlar kıtlık ve açlıkla karşı karşıya kaldıklarında başkalarına göre daha çabuk ölürler. Aynı şey sahralarda ve çöllerde yaşayan Araplar, yiyecekleri genel olarak hurma olan hurmalık sahipleri, günümüzde yiyecekleri çoğunlukla arpa ve zeytin olan Afrika halkı ve yine yiyecekleri genel olarak mısır ve zeytin olan Endülüs halkı için geçerli değildir. Bu halklar kıtlık ve açlıkla karşı karşıya kaldıklarında, bolluk içinde yaşayanlar gibi hemen ölmezler. Bu halklar içinde açlıktan ölenlerin sayısı çok değildir. Hatta neredeyse hiçyoktur…
…güçyetirilebiliyorsa açlık veya az yemek yemek, vücut için her açıdan çok yemekten daha sağlıklıdır. Bunun, söylediğimiz gibi, cismin ve aklın sağlık ve berraklığının da ciddi etkisi vardır. Çok yemenin vücutlarda meydana getirdiği olumsuz eserlerden söylediğimizin doğruluğu kolayca anlaşılabilir…
…Bir keresinde üstatlarımız, Sultan Ebu Hasan'ın meclisinde bulundukları bir sırada Ceziretu'l-Hadra ve Rende şehirlerinden, senelerdir hiçbir şey yemeyen (yemediği söylenen) iki kadın getirilmiş. Gözetim altında tutulup işin gerçeği araştırılınca, söylenenlerin doğru olduğu anlaşılmış. Ölene kadar da onların bu hali devam etmiş.”
Asr-ı Saadet döneminde yaşayan insanlar büyük varlık içinde değillerdi. Bu konuyla ilgili birçok kaynak, başta Efendimiz Aleyhisselam ve Ashabıyla ilgili çeşitli bilgiler vermektedir. Peygamber Efendimizin tıka basa doyacak kadar yediği görülmemiş, açlıktan karnına taş bağladığını kaynaklar bildirmektedir. Kendisine dünya ve hazineleri sunulduğunda “Hayır, istemem. Bir gün aç, bir gün tok olmak isterim” buyurmuştur. Ebu Bekr-i Sıddık radıyallahu anh ise hiçbir zaman yedi lokmadan fazla yememiştir. Aynı şekilde Sahabeden birçok zatın da açlık ile tokluk arasında bir hayat yaşadığı bilinmektedir. Buhari’de rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hazreti Aişe Validemiz “Peygamber'in gidişinden sonra bu ümmetin başına ilk gelen belâ, doyasıya yemektir.” buyurmuştur.
Sayısız hazineler elinde iken, niçin açdurduğu Yusuf Aleyhisselam’a sorulunca, “Tok olunca açları unutmaktan korkuyorum” diye cevap vermiştir.
***
Açlıktan Ölen Prenses
Yusuf Aleyhisselam’ın Mısır’da Maliye Nazırlığı yaptığı dönemdeki yaşanan meşhur yedi yıl bolluk ve akabindeki yedi kıtlık sadece Mısır ve civarını etkilememiş, Yemen’e kadar olan büyük coğrafyayı da etkisi altına almıştı. Bu hadise tarihi kaynaklar da şöyle bahsedilmektedir.
“Yemen’de ortalığı silip süpüren bir sel sonunda, ortaya eskiden kaldığı anlaşılan bir lahit çıkar. İçinde bir kadın cenazesi ve yığınla altın ve mücevherat bir de eski bir kitabe vardır. Kitabede şunlar yazılıydı:
Ben Hâmirî hükümdarı Zû Şefer’in kızı Tâce‘yim. Memleketimizde yaşanan bir kıtlık nedeniyle tahıl getirtmek üzere adamlarımı Mısır maliye nazırı olan Yusuf’a gönderdim. Ancak epey bir zaman geçmesine rağmen adamlarım geri dönmeyince maiyetimdeki adamlarımızdan bazılarına bir kantar (yaklaşık elli kilo) gümüş vererek civardaki memleketlere tahıl almaya gönderdim. Onlar da bulamadılar. Nihayet bir kantar altın verip tekrar gönderdimse de yine bulamadıklarından, incilerimi öğütüp yemekten başka çare bulamadım. Buna rağmen büyük bir servet içinde açlıktan ölümle yüz yüze kaldım. Bu hikayemi işitenler halime acısınlar ve ibret alsınlar. Acaba dünya tarihinde muhteşem bir servete sahip olduğu halde açlıktan ölen kaçkadın vardır? ...”
***
İttifak Gazetesinde yazdığım bu ilk yazımın Ramazan-ı Şerif ayına denk gelmesinden ötürü tüm okuyucuların Ramazan-ı Şerifini tebrik ediyor, sıhhat ve sürur vermesini Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum.