
Bu defa Sırlı Süleyman Efendi, Zeytinburnu’ndaki Hezarfen Hasan Derviş’in atölyesinden değil; Haliç’in gümüş renge bürünen sularından, Cibali’nin çınar gölgeli sokaklarından ve ahşap evlerinin pencerelerinden sesleniyor.
Öyleyse buyurun efendim… Şimdi, Zengin Baba, nam-ı diğer İnebolulu Deniz Taciri Mehmed Reis’in hatıraları üzerinden Cibali’nin vakur zamanlarına giriyoruz:
Bir yanda Reji düdüğünün titreten sesi, öte yanda mahallenin hercümerci!
Bir yanda yosun kokusu sinmiş karakol kapısı, öte yanda ip atlayan çocukların neşesi…
“Cibali 1963”, yalnızca bir şiir değil; bir vâkıa, bir hatıra, bir destanın ikinci nefesi…

Cibali 1963
Güneş vurunca gümüş rengine döner,
ışıldar,
göz alır bakılamaz
Haliç’e…
Kıyılarda
günlerden bir gün:
yağ kir pas, sanayi atölye atıklarının
ziftleştirdiği,
ağır kokulu
Haliç kıyıları…
Cibali 1963
Zaman, bir sabah kahvesinin buğusunda kıvrılır bazen…
İşte o sabahların birinde, Setüstü’nde,
İnebolu Sokak’taki yazıhahesinde oturuyordu
İnebolulu Deniz Taciri…
kırlaşmış gümüşi renkli, yaşını almış,
az çok inmiş çıkmış,
acılı tatlı tecrübe biriktirmiş
Mehmed…

Bir yanda Boğaz’ın serin sularının âvâzı,
diğer yanda içinden şehir hatları geçen hatıralar…
Yanında yılların yoldaşı,
global şirketlerde yöneticilik yapmış,
genlerine Çukurova sinmiş,
Alatorlak, London mezunu ortağı ile…
Reis, kahvesinden bir yudum alıp
denize uzun uzun baktı,
sonra gözlerini ofisin duvarında,
Haliç’te demirli salapurya mavnaların
fotoğraflarına çevirdi…
Çok uzaklara, taaa çocukluğunun geçtiği
Haliç kıyılarına gitti.
Çocukluk yıllarının Cibali’sine
gitme vaktiydi…
Ve işte o vakitte
bu satırlar kaleme alındı;
bir hatıra değil sadece,
bir vakıa olarak.
O mahalle, o insanlar,
o yaşlı çınarın gölgesindeki kahve…
Oraya daldı kaldı bütün ruhuyla,
hayal gibi yayıldı birden…
İlkokulda derslerini,
portakal sandığını ters çevirerek yapardı.
Ahşap evin cumbası,
Fransız kontes şapkası benzeri
sokak lambasının ışığını içeri alır…
Lamba yanıyordu…
Gecenin son karanlığıyla
sabahın ilk ışığı birbirine karışıyordu.
Reji Fabrikası’nın ilk düdüğü
henüz çalmamıştı.
Ama sokakta ayak sesleri başlamıştı bile…
Sabahat Teyze (Arap Sabahat):
“Metin, kalk oğlum,
geç kalacaksın!” diye sesleniyordu.
Ammo Metin uykuyu severdi:
“Tamam anne, tamam, beş dakika daha…
Hem usta saat yedide gel demişti,
bak, Reji hâlâ düdüğü çalmadı…”
Recep Abi (mahallenin kaynakçısı)
kapının önündeydi;
cebinden çıkardığı buruşuk mendille
yüzünü gözünü siliyordu.
Aklına henüz tilkiler inmemişti;
evvela cigarasını içecek,
sonra Sirkeci Gar’da
Kurtalan Ekspresi’nden inen
Anadolu tüccarlarını kumpasa getirip çarpacaktı!
Batumlu Nermin Abla
pencereden kafasını uzattı,
geceliği üzerinde…
Bakkal Hüseyin Efendi’ye sesleniyordu:
“Hüseyin Efendi, ekmek…”
Afyonu patlamamış Recep Abi
Nermin Hanım’a göz ucuyla
“kes sesini” der gibi baktı.
Ortalık aydınlandı…
Poğaçacı girdi sokağa:
“Iccak ıccakkk poğaçalarrr!”
Pencerelerden sarkan başlar…
Hava serin,
sanki herkes birbiriyle bir aile…
Resmiye Teyze (Batumlu Nermin’in annesi):
“Babaannem derdi ki,
‘Fakirlik utanılacak şey değildir,
paylaşmamak ayıptır.’
Dün kalan çorbayı pişirdim sabaha.
Kimsesiz Necati’yi gördüm yine,
veririm bir tabak.”
Mahallenin çocukları,
Billur Tuz deposunun arkasında ip atlardı kızlar,
erkekler çember çevirir:
“Bir, iki, üç… Yandın Hatice!
Hadi sıra sende, sonra Haliç’e balığa gideceğiz!”
Hatice:
“Ama ben daha saymamıştım!
Hep beni kandırıyorsunuz!
Hem Haliç’e inecekseniz bekleyin,
anamın çörekleri daha pişmedi.”
Yoğurtçu Halil,
sokağın başında omzundaki tenekelerle bağırıyor:
“Yooğğurtçuuu! Mandıra yoğurdu!
Su katılmamış, torun sevmiş yoğurt!
Bugünlük yarımşar kilo,
daha fazlası yok!”
Afili Yıldız Hanım:
“Halil! Bugünlük iki kilo ver,
kaynım gelecekmiş.
Ama bu sefer yoğurdu kesik getirme,
yoksa seni mandıraya iade ederim ha!”
Halil: “Yıldız Abla, sen iste ben manda getiririm!
Yoğurdu değil, hayvanı yani!”
(Sokakta homurtular yükseliyor)

Tam bu sırada, mahallenin gözbebeği
Bekçi Kadir Amca,
köşedeki büyük çınarın altında oturduğu iskemlede,
pala bıyıklarını eliyle sıvazlayarak etrafa bakınıyor.
Yanında, sabah dumanı tüten kahvesini yudumlayan
Pala İbrahim Abi var.
Bekçi Kadir Amca:
“İbrahim, bak hele…
Bu mahallenin sesi, nefesi bitmez.
Her sabah Haliç’in tuz kokusu ciğerime dolar da,
bir huzur iner içime.
Bizim Cibali Karakolu’na da öyle sinmiştir o yosun kokusu.
Cesaretin, adaletin kokusu başka olurmuş, derdi rahmetli komiser.”
Pala İbrahim Abi:
“Doğru söylersin Bekçi Kadir.
Karakol dediğin dört duvar değil,
mahalleye emanet edilen vicdandır.
Sen de gecesi gündüzü belli olmayan
bu sokakların gözü kulağısın.”
Bekçi Kadir Amca:
“İyi ki varsın İbrahim…
Senin kahven olmasa,
bu sabah nöbetleri çekilmez vallahi.
Hadi, şu incir reçelinden bir kaşık koy da
içim tatlansın.”
(Pala İbrahim Abi gülerek
bakır bir tabaktan reçeli kaşıklıyor)
Cibali Karakolu,
sabahın pusunda, yosun kokuları arasında
sessizce yükselirdi.
Ahşap panjurlu pencerelerinin ardında
nice hikâye birikmişti.

Kapısındaki küçük levhada “Âsâyiş Berkemâl.”
yazıyordu su misali Hattat Hamid’in ta’likiyle.
Bir çocuk ağladı mı karakol kapısı açılır,
Bekçi Kadir Amca hemen koluna girerdi.
Bir genç yolunu kaybetti mi,
cesareti utancı bastırır, oraya sığınırdı.
İnebolulu Deniz Taciri’nin gönül lisanından dinlemekte olduğunuz
Cibali’de o yıllar böyleydi işte…
Evler ahşap, kalpler pamuktan.
Ayakkabılar delik, sofralar dardı
ama bir tabak yemeği beş kişi paylaşırdı.
Dedikodu eksik olmazdı ama
kimse kimseye küs kalamazdı.

Bir çocuk ip atlarken düştü mü,
karakoldan Kadir Amca koşa koşa gelir,
başını okşardı.
Bir gelin süslendiyse, mahalle düğün sayardı.
Reji düdüğü çaldı mı,
herkes saatini ona göre ayarlardı.
Ve her gün, aynı hayat
ama farklı bir muhabbetle akardı
Haliç’in kıyısında…
Süt tozu verdi öğretmen,
üzerinde Amerikan bayrağı olan
teneke kutuyla.
“Sıra sende” dedi,
“söyle annene, yarın okula poğaça yapacak.”
Ne bilir anam poğaça yapmayı…
Gelin gelmiş İnebolu’dan,
bazlama olsa neyse…
Heybetli,
Muazzezi dost tutmuş derdi,
Arap teyzeler camlardan
sardunya gibi sarkarlardı konuşurken.
Çamaşır ipine kamyon takıldı bir gün,
odunla kovaladı şoförü Resmiye Teyze.
Babam yarım kese kâğıdı çilek ile
geldi eve ikindi üzeri.
Ayaklarında Tokyo Ginza…
Önlüğüm siyah,
yakam beyaz…
Ammo ile Sirkeci’den
trene hep kaçak bindik
Florya plajına giderken o yaz…
Bir gün de Moda’ya gittik,
tel örgü altından,
tahta sıra barınaklı plaja…
Ne bilecektim,
yol arkadaşımın Modalı olacağını
yirmi yıl sonra…
Kader dedi…
Kader.

FOTOĞRAFLAR
Fotoğraf-1: Cibali Tütün Fabrikası, Rezan Has Müzesi Arşivi
Fotoğraf-2: İnebolulu Deniz Taciri Mehmed Reis
Fotoğraf-3-4-5:https://www.icisleri.gov.tr/cibali-karakolu-muzesi-ziyaretcilerini-bekliyor
Fotoğraf-6: İnebolulu Deniz Taciri Mehmed Reis


Kıymetli İbrahim bey üstadım,dünkü Sanatçı Portreleri yazınızı da bugünkü Sırlı yazıların ikincisini de daha önceki yazılarınız gibi bir nefeste okudum.Her bir yazınızdan ayrı haz aldığımı,her bir yazınızın beni farklı mecralara taşıdığını müteşekkiren söylemek isterim.Kaleminize yüreğinize sağlık.Varolunuz.Rabbim gayretinizi arttırsın.