Hiç bilmediği yerler hep daha karmaşık ve büyük gelir insana. Şehirler, yaşadığımız yerler tanıdıkça küçülür sanki. Halbuki aynı yerdir, yüz ölçümü küçülmez, sokakları kısalmaz, yolları azalmaz ama tanıdıkça daha da küçülür mekânlar.
İstanbul'u misal verelim: Ne büyük şehirdir. Geleni gideni, içinde yaşamaya çalışanı çoktur. Ama içinde doğup büyüyen biri için çok da büyük bir şehir değildir. İçindeyken anlamaz insan yaşadığı yerin büyüklüğünü. Yaşadığımız olaylar da böyle değil midir aslında? Yaşarken anlayamayız, göremeyiz, doğru analiz edemeyiz, ama üzerinden biraz zaman geçince yalnız izi kalınca fark ederiz ne yaşadığımızı. Bu nedenle insan bir şeyi anlamak için onun dışına çıkmak, ona biraz yukarıdan bakabilmek zorundadır.
Şehirler gibidir yaşadıklarımız da… Şehrin sokaklarında yürürken başka, şehrin üstünde uçarken başkadır gördüklerimiz. Parça ile bütün apayrı şeylerdir; parça, bütüne aittir, bütün de parçalardan meydana gelir ama ikisinin de görünüşü farklıdır.
Şehrin sokaklarında detayları görür insan; güzellikleri ve çirkinlikleri, zor ve kolay yolları, binbir türlü yaşanmışlıkları görür. Şehirden uzaklaştıkça yahut yükselen bir uçaktan aşağıya bakarken şehir tek bir kareye sığmaya başlayınca detaylar kaybolur, parçalar birleşir, bütüne varır. Ve daha da küçük görünmeye başlar şehir. Artık sokaklarını görmüş, tanımışızdır o şehri. Bilmediğimiz bir bütün, öğrendiğimiz parçalarla adeta bir yapboz gibi tamamlanmış ve aşina bir çehreye dönüşmüştür.
İşte tıpkı yaşadıklarımız da böyledir. Gözümüzde büyüttüğümüz her şey veya her yer, onu yaşadıkça ve tanıdıkça bilindik olmaya ve gözümüzde küçülmeye başlar. Belki de sadece beklemek gerekir. Sonuna gelmeyi ya da şehrin tüm caddelerini görmeyi… Dışında kalıp uzaktan bakabildikçe olaylar, bilmediklerimiz ve gözümüzde büyüyen her şey zamanla kaybolacak ve önemsizleşecektir.
Bu nedenle yapacağımız tek şey aslında sabırlı olmak, bitmesini beklemek ve uzaktan izleyip olan biteni görebilmek…