Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
İbrahim Ethem Gören
İbrahim Ethem Gören

Prof. Dr. İbrahim Hakan Karataş bir Uganda sohbeti

“Yükseköğretimde Uluslararasılaşma Potansiyeli: Türkiye-Uganda Üzerine Karşılaştırmalı Bir Araştırma” başlıklı çalışması, yalnızca akademik bir inceleme değil; aynı zamanda Afrika’nın ortasında, Ekvator’un iki yakasında, insanıyla, kültürüyle, tarihiyle ve gündelik hayatıyla bambaşka bir dünyanın kapılarını aralayan bir tecrübe oldu.

Biz de İyilik Sağlık Vakfı’mızda Prof. Dr. Karataş ile bu zengin deneyimin izlerini, ilk adım attığı andan son gününe kadar Uganda’da gördüklerini, yaşadıklarını ve düşündüklerini konuştuk.

İbrahim Ethem Gören: Hocam, önce en baştan başlayalım. TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Programı’na kabul edildiniz. Bu süreç nasıl gelişti? Makerere Üniversitesi’nde yürüttüğünüz “Yükseköğretimde Uluslararasılaşma Potansiyeli: Türkiye-Uganda Üzerine Karşılaştırmalı Bir Araştırma” fikri nasıl doğdu?

Prof. Dr. İbrahim Hakan Karataş: Afrika merakım, 2013’te Amerika’dan döndükten sonra başladı. Afrika’yı yakından, doğrudan ve derinlemesine tanımak, anlamak uzun yıllardır aklımdaydı. Bunun için bir yol arıyordum. TÜBİTAK’ın akademisyenlere sunduğu doktora sonrası araştırma bursu, bu amacımı gerçekleştirmek için elverişli bir imkândı. İlk teşebbüsüm 2019’da oldu. Ancak COVID-19 sürecindeki olumsuzluklar niyetimi gerçekleştirmemi engelledi. 2023’te tekrar teşebbüs ettim ve bu sefer amacıma ulaştım.

Araştırma konusuna gelince; benim akademik ilgi alanım en genel anlamda eğitim. Özellikle eğitim yönetimi, eğitim politikaları ve eğitim diplomasisi alanlarında çalışmalar yapıyorum. Afrika ile Türkiye arasındaki ilişkiler 2005’ten itibaren ivme kazandı ve son yıllarda belirgin bir etkileşim sürecine girildi. Ancak bu etkileşim çoğunlukla Afrika’dan Türkiye’ye öğrenci akımı şeklinde, Türkiye’den Afrika’ya ise yardım kuruluşları aracılığıyla bağış ve destek ziyaretleri şeklinde yürüyor. Türkiye’den Afrika’ya akademisyen düzeyinde uzun süreli araştırma ya da bilimsel iş birliği özelinde ziyaretler ise oldukça sınırlı. Bu da Türkiye’de Afrika’ya ilişkin üretilen bilimsel bilgiyi oldukça kısıtlıyor.

Ben bu kapsamda bir derinlik kazanma niyetiyle bir proje hazırladım. Sizin de adını zikrettiğiniz proje ise biraz genel bir perspektife sahip olsa da, Türkiye-Uganda arasında bilim, teknoloji ve yenilikçilik alanındaki ilişkileri anlamak, açıklamak, yorumlamak ve karşılıklı diplomatik çabaların etkisini artıracak öneriler geliştirmek amacıyla kurgulandı. Kişisel değerlendirmelerime göre de amacına hayli yaklaştı.

Uganda’yı seçmek kolay bir karar mıydı? Dünyada araştırma yapılacak onlarca ülke varken, sizi Afrika’nın ortasındaki bu ülkeye çeken neydi?

Esasen Uganda’yı özel olarak seçmedim. Ama hangi ülkeleri seçmeyeceğimden emindim. Kuzey Afrika ülkeleri odağım değildi. Sahra Altı’na odaklanmak istiyordum. Güney Afrika’yı da istemiyordum; çünkü Sahra Altı Afrika’nın en gelişmiş ülkesi olması hasebiyle Afrika’ya ilişkin doğru okuma yapmakta zorlanabileceğimi düşünüyordum. Onun dışındaki ülkelere eşit mesafedeydim.

Bir de dil meselesi var tabii. Malumunuz, Afrika’da yüzlerce yerel dil var; fakat resmî dil ve eğitim dili olarak çoğunlukla sömürgeci ülkelerin dilleri kullanılıyor. Portekizce ve Fransızca bilmediğim için İngilizce konuşulan bir ülke tercih etmeliydim. Bu durumda, Gana da dâhil olmak üzere İngilizce konuşulan ülkeler arasında bir arayışa girdim.

O yıl Allah bana, İstanbul Medeniyet Üniversitesi’ne Ugandalı bir yüksek lisans öğrencisi gönderdi: Yusuf Mogoya. Yusuf, beni Uganda’ya ve Sahra Altı Afrika’nın en köklü ve prestijli üniversitesi Makerere’ye ulaştırmamı sağladı.

Peki o yolculuk anı… Uganda’ya ilk adım attığınızda ne hissettiniz? Havalimanından şehir merkezine giderken gördükleriniz, duyduklarınız… İlk izlenimleriniz nasıldı?

Havaalanından dışarı çıktığımda etrafıma dikkatlice bakıp Uganda’da, Afrika’da olduğumu idrak etmek beni çok heyecanlandırdı. Bu, benim için çok özel bir andı. O an, bunu başarmış olmaktan dolayı ne kadar mutlu olduğumu fark ettiğimi hatırlıyorum. Uganda yemyeşil bir ülke ve sizi her yerde kuş sesleri karşılıyor. Sabah saatlerinde havaalanında ilk duyduğum şes, bir ağaç dolusu cıvıl cıvıl kuş sesiydi.

Ugandalı bir arkadaş beni aldı. Havaalanından şehir merkezine giden yol bir otobandı ve oldukça güzeldi. Bu otoban da beni şaşırtmıştı. Tabii daha sonra, yaklaşık 50 kilometrelik bu otoban niteliğinde benzer bir yol olmadığını zaman içinde öğrenmiş oldum.

İnsanların yüzlerine bakalım biraz. Ugandalılar size nasıl göründü? Sıcakkanlı, mesafeli, meraklı… Siz onları üç kelimeyle nasıl tarif edersiniz?

İnsanların sakin, pozitif ve güler yüzlü olduklarını fark etmek beni rahatlatmıştı. Elbette bir yabancı olarak sokakta gezerken meraklı gözlerin üzerinizde olduğunu fark ediyorsunuz. Çocuklar bu merakı ifşa ediyorlardı. Beni gördükleri zaman “Hello Muzungu” diye seslenip gülümsüyorlardı.

Uganda’nın Afrika’daki yeri üzerine konuşalım. Sizce bu ülkeyi kıta içinde farklı kılan özellikler neler?

Uganda, Doğu Afrika’nın Kenya ve Tanzanya ile birlikte üç merkezi ülkesinden biridir. Cumhurbaşkanı Museveni de bölgenin ve Afrika’nın güçlü ve sözü geçen liderlerinden biridir. Uzun yıllardır cumhurbaşkanlığı yaptığı için (1986’dan beri) ülkeye ve bölgeye hâkimdir. Uganda, ekvator üzerindeki on üç ülkeden biridir. Tropikal iklimin en güzel yaşandığı bir coğrafyaya sahiptir. On iki ay boyunca yeşil, yağmurlu ve bereketli topraklar üzerine kuruludur. Dünyanın ikinci büyük gölü olan Victoria Gölü’ne kıyısı vardır ve dünyanın en uzun nehri Nil bu ülkeden doğar.

İşin ekonomik tarafına geçelim. Uganda ekonomisinde neler öne çıkıyor? “Afrika madeni” diye adlandırılan ahşabın, Eboli ağacının ekonomideki yeri nedir?

Uganda, ağırlıklı olarak tarım, turizm ve madencilik üzerine kurulu bir ekonomiye sahiptir. Görece istikrarlı politik rejimi, yatırımcıların da ilgisini çekiyor. Ülkede canlı bir ekonomik hayat var. Kentlere doğru bir akın gözlemleniyor; özellikle başkent Kampala’ya doğru. Bu akın, kentteki sefaleti derinleştirse de uluslararası yatırımcıların ilgisi hâlâ canlı.

Peki ya altyapı? Yollar, ulaşım imkânları, şehirler arası bağlantılar… Buralarda gördüklerinizi bize biraz tasvir eder misiniz?

Genel olarak çok yüksek nitelikli bir otoban var. O da havalimanından başkente kadar uzanıyor. Onun dışında bütün şehirler, güzel asfalt yollarla birbirine bağlanmış durumda. Ülkenin her yerine ulaşabiliyorsunuz. Ama şehir içinde ve kırsalda ara yollar ve tali yollar maalesef çoğunlukla toprak. Toprak yollar yol olarak açılmış ve kullanılıyor; fakat Kampala ve Jinja dışındaki kentlerde araç trafiği oldukça seyrek. Motorsiklet, temel ulaşım ve taşıma aracı olarak kullanılıyor.

Aktif bir demiryolu ve tren hattı yok. 1900’lü yıllarda inşa edilen demiryolu neredeyse artık kullanılmıyor. Bir Türk firması olan Yapı Merkezi, ülkenin ilk elektrikli tren yolunu inşa etmeye başladı. Kampala’dan Kenya sınırına kadar yaklaşık 400 kilometrelik bir demiryolu ve elektrikli tren hattı inşa edilecek. 2-3 yıla kadar tamamlanması öngörülüyor. Aynı firma, Tanzanya’da Dodoma-Darüsselâm arasındaki elektrikli treni de inşa eden ve hizmete sokan firma. Uganda’nın demiryolu inşa edildiğinde, Doğu sınırından Nairobi’ye kadar olan kısım da inşa edilecek ve önümüzdeki 5-10 yıl içinde Uganda, Mombasa Limanı’na bağlanmış olacak.

Idi Amin dönemi hâlâ konuşulur. Sizce o yılların bugüne bıraktığı izler neler?

Idi Amin, 1970’lerde iktidarda olan Uganda Cumhurbaşkanıdır. Bir general olarak darbe ile iktidarı ele geçirmiştir. Müslüman, sol ideolojiye yakın ve milliyetçi bir çizgide duruyordu. Idi Amin dönemi, ülkedeki farklı gruplar tarafından farklı şekillerde hatırlanıyor. Daha çok Müslümanlar, Idi Amin’i hayırla yad ediyor; ancak ülkenin büyük çoğunluğu pek olumlu şeyler söylemiyor. Yaklaşık 300 bin Uganda’nın onun döneminde öldürüldüğü söyleniyor. İktidardaki Museveni de, Idi Amin’e karşı yürüttüğü gerilla savaşını kazanarak iktidara geliyor. Idi Amin, 1970’lerin sonunda ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor; Riyad’a sığınıyor ve ölene kadar orada kalıyor.

Gelelim Makerere Üniversitesi’ne… Uganda’daki ve Afrika’daki konumunu nasıl tarif edersiniz? Üniversitenin eğitim kalitesi, akademik kadrosu, özellikle doktoralı öğretim üyesi sayısı hakkında neler söylersiniz?

Makerere, yukarıda da söylediğim gibi, ülkenin ve Sahra Altı Afrika’nın en köklü ve eski üniversitesidir. 1922’de bir meslek yüksekokulu olarak kurulmuş, 1950’lerde üniversite olmuş ve yıllarca bölgenin tek üniversitesi olarak hizmet vermiştir. Bu yıl 75. mezuniyet töreni icra edildi. Kenya ve Tanzanya’daki kampüsleri, ulusal hükümetler tarafından 1970’lerde bağımsız üniversiteler olarak ilan edilince Makerere, Uganda’nın ulusal üniversitesi haline geldi. Halen bölgede ve Sahra Altı Afrika’da diploması en prestijli yükseköğretim kurumlarından biridir. Dünya çapındaki sıralamalarda da ilk 1.000 üniversite bandında yer alıyor.

Uganda’da yaklaşık 60 yükseköğretim kurumu bulunuyor. Fakat toplam doktoralı öğretim elemanı sayısı yaklaşık 2.000 civarında. 300 bin öğrencisi olan bu üniversiteler için doktoralı akademik personel sayısı oldukça az, hatta yetersiz. Bu akademisyenlerin 600 kadarı Makerere’de, 1.400 akademisyen ise diğer 50 küsur üniversiteye dağılmış durumda. Uganda’nın ve Sahra Altı Afrika’nın en zayıf alanlarından biri doktoralı öğretim elemanı açığıdır ve bu açığı kapatmak için dramatik bir ivmeye ihtiyaç var. Aksi takdirde hızla artan yükseköğretim talebini karşılamaları pek mümkün görünmüyor.

Bir isimden bahsediliyor: Prof. Dr. Anthony Mugaga. Uganda’nın eğitim hayatındaki rolünü siz nasıl görüyorsunuz?

Prof. Mugagga, Makerere Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nin dekanı ve benim de süpervizörüm oldu. Kabul mektubumu Prof. Mugagga gönderdi. Bana gerçek bir ev sahipliği yaptı. Hem sosyal uyumumu hem de akademik çalışmalarımı destekleriyle kolaylaştırdı. İlk hafta bana bir oda tahsis etti ve çalışmalarımı yürütmek için gerek resmi gerekse kişisel yollardan her türlü bağlantıyı kurdu benim için. Bana araştırma arkadaşları tahsis etti ve veri toplama sürecimi destekledi. Mugagga’nın mütevazı, çalışkan ve disiplinli yöneticilik anlayışından şahsen örnek aldım. Uganda’da yöneticiliğin, Türkiye ve diğer gelişmiş ülkelerdeki yöneticilikten biraz daha zor olduğunu da onun deneyimleriyle birebir öğrenmiş oldum.

Makerere Üniversitesi’nin Türkiye’deki üniversitelerle ilişkileri var mı? Akademik iş birlikleri konusunda potansiyel sizce nasıl?

Makerere Üniversitesi, uluslararası bağlantıları bakımından dünyanın önde gelen üniversitelerinden biridir. Hemen her ülke ve kurumla bir şekilde ilişkisi vardır. Türkiye ile ilişkilerini de Yunus Emre Enstitüsü üzerinden bir Türkçe kursu açmak amacıyla başlatmış. Bir protokol imzalanmış, ancak kurs kadük kalmış. Şimdi Uganda’daki TİKA ofisi direktörü Murat Bey, yeni ilişkiler başlatmak için teşebbüslerde bulunuyor. Duyduğuma göre, daha önce birkaç akademisyen de Türkiye’den Makerere’ye gelmiş; fakat ne yaptıkları, ne kadar süre kaldıkları ve sürecin devam edip etmediği konusunda bir bilgi edinemedim.

Bana da Türkçe kursu açmam için teklifte bulundular, ancak kendi programım gereği bu teklifi kabul edemedim. Özetle, Türkiye’nin Makerere ve genel olarak Uganda ile ilişkileri yükseköğretim düzeyinde oldukça zayıf ve sınırlı. Bazı diğer üniversiteler, mesela Uganda İslam Üniversitesi ve Kampala Uluslararası Üniversitesi, Türkiye’deki bazı üniversitelerle işbirlikleri başlatmış. Hatta bazı karşılıklı ziyaretler de olmuş; ancak sürmekte olan bir işbirliği süreci göremedim.

Uganda’da günlük hayat nasıl akıyor? Sabah uyandığınızda şehirde, kampüste, sokakta neler görüyorsunuz?

Uganda, bir ekvator ülkesidir. Neredeyse yıl boyu 12 saat gündüz, 12 saat gece yaşanır. Yaz-kış ayrımı neredeyse yoktur. Hava sıcaklığı yıl boyunca 15–27 derece arasında değişir. Bu standart zaman algısı beni çok etkiledi. Mevsimlerin insan hayatı için önemini fark ettim. Mesela ömrün belli dönemlerini bahara ya da kışa benzetiriz; edebiyatta mevsimler ne kadar güçlü bir yer edinmiştir. Ama bu benzetme ve metaforlar Uganda’da aynı şekilde anlamlandırılamayabilir. Sabah 6’dan sonra hayat başlar, kuş sesleriyle; akşam 8–9 arasında şehir neredeyse uykuya dalar. Evde yemek yeme kültürü yok gibi düşünebilirsiniz, çünkü sokaklar adeta açık lokanta gibidir ve her yerde her tür yiyeceği bulabilirsiniz.

Svahili dili kulağınıza nasıl geldi? Yerel dilleri anlamak ve iletişim kurmak konusunda neler yaşadınız?

Svahili, Doğu Afrika’da kullanılan en yaygın ortak dildir. Arapçanın Afrika kıtasındaki lehçesi olarak kabul edilir. İlk duyuşta Arapçayı fark etmeyebilirsiniz, ancak kelime hazinesi neredeyse tamamen Arapçadır. Uganda’da İngilizce resmi dil olsa da, okullarda Svahili ve Lugandaca da öğretilen diğer iki dildir. Tanzanya’nın resmi dili ve eğitim dili Svahili’dir. Kenya’da da Svahili yaygın olarak konuşulmaktadır. Ugandalılar ise, duyduğuma göre, Svahili konuşmaktan pek hoşlanmıyorlar; bu nedenle bilseler de pek konuşmazlarmış.

Uganda’nın milli yemeği matoke ile tanıştınız mı? Tadı nasıldı? Size tanıdık gelen bir lezzet hissettirdi mi?

Matoke, gerçekten Uganda’nın millî yemeğidir. Hatta Afrikalılar, Ugandalılarla karşılaştıklarında “Matoke var mı menüde?” diye şakalaşıyorlar. Ama aslında, bütün Sahra Altı Afrika’nın en yaygın yemeklerinden biridir. Matoke bir çeşit muzdur; ancak tadı bizim bildiğimiz muzdan farklıdır ve dokusu da değişiktir. Çok basit bir pişirme usulü vardır. Matokeler soyulur ve bir tencerede muz yapraklarının arasına konur. Ekledikleri su kaynadıkça matokeler haşlanır ve bir süre sonra patates gibi yumuşar. Suyun buharında, muz yaprakları arasında haşlanan matoke, ellerle veya çeşitli araçlarla ezilerek püre haline getirilir. Hemen her menüde ana yemek olarak tabakta yer alır. Tadına gelince, kelimenin tam anlamıyla tadsız ve tuzsuz bir yemektir; çünkü hiçbir katkı yoktur. Ama ben yedim ve sevdim.

Ülkenin dinî yapısı hakkında neler söyleyebilirsiniz? İnanç, toplumun gündelik yaşamına nasıl yansıyor?

Uganda, çoğunluğu Hristiyan olan bir toplum. Söylenenlere göre nüfusun %80’den fazlası Hristiyan, yaklaşık %15’i ise Müslüman. Dinî hayat oldukça canlı. Kiliseler ve camiler dolup taşıyor. Çok az oranda Hindistanlı var; yaklaşık %2–3 civarında. Onların ibadethaneleri ise genellikle şehrin belli bölgelerinde bulunuyor.

Farklı dinlerden insanların bir arada, bu kadar keyifli ve doğal bir şekilde yaşadığı başka bir toplum görmedim. Şehirde her yerde ezan ve Kur’an sesi duyabilirsiniz. Müslüman olan kadınları, Müslüman olmayanlardan ayırt etmek; erkekleri ayırt etmekten daha zor olabilir; çünkü Müslüman erkekler çoğunlukla fistan ve takke ile dolaşıyor.

İşin ilginç tarafı, geleneksel din adamlarına ya da doktorlara olan itimat ve güven de ayrı bir boyut oluşturuyor. Hristiyan ya da Müslüman fark etmeksizin, insanlar kendi geleneklerinden gelen manevi ritüelleri ve spritüel uygulamaları hâlâ sürdürmeye devam ediyorlar.

Uganda coğrafi olarak da özel bir yerde. Ekvator çizgisini ziyaret ettiniz, bize o anı anlatır mısınız?

Dünyanın tam ortasında olmak gerçekten çok özel bir deneyim. Bir sosyal bilimci olarak bizim için ekvator, tropikal iklim ve mevsimlerden ziyade politik yansımalarıyla ilgimizi çekiyor. Kuzey, yani gelişmiş, aydınlanmış, modern, kentli sanayi toplumları ile Güney, yani çoğunlukla gelişmemiş ya da az gelişmiş, daha geleneksel ve yeni yeni kentleşmeye başlamış dünyanın diğer tarafı: Üçüncü Dünya, kolonileştirilmiş dünya. Ekvatorda aklımda sürekli bu ayrımlar vardı. Ama anladım ki Kuzey ve Güney’i aslında ekvator değil, dünya görüşümüz bölüyormuş.

Diğer taraftan, coğrafi ve mevsimsel özellikler bakımından da Güney, Sahra ile başlıyor; yani aslında ekvatordan 1–2 bin kilometre kuzeyden. Bu söylediklerim biraz karışık olabilir, ama ilgilisi için oldukça kritik değerlendirmeler de içeriyor.

Bu düşüncelerle Ekvator çizgisini ziyaret etmek ve orada birkaç adımla kuzeye ya da güneye geçmek çok özeldi. Malum, ekvator bir varsayımsal çizgi; ama turizm için önemli olduğunda, ülkenin farklı şehirlerinde, özellikle otoyolların ekvatorla kesiştiği noktalarda Ekvator anıtları yapılmış.

Nil Nehri’nin Uganda’dan doğması, halk için ne ifade ediyor? Siz oradayken nehirle ilgili neler gözlemlediniz?

Nil Nehri’nin Uganda’dan doğması, Uganda’yı benim için en özel yapan özelliklerden biri oldu. Ben de hem Nil’in doğduğu Jinja kentine gittim ve o bölgelerde gezdim, hem de Nil boyunca kuzeye doğru yaklaşık 50 km kadar motorsikletimle seyahat ettim.

Uganda’da birkaç farklı etnik gruptan bahsediliyor. Bunlardan biri, Nil çevresinde yerleşmiş olan Nilotikler. Dilleri farklıymış. Okula gidenler İngilizce biliyor; okula gitmeyenlerin ya da kırsalda yaşayanların dilini anlamıyordum. Ancak Nil’in onlar için bir yaşam kaynağı olduğunu görebiliyorsunuz. Kumundan ve balığından yararlanıyorlar. Şimdi yeni barajlar da inşa ediliyor.

Nil aynı zamanda bir turizm merkezi. Tabii ki tarım ve hayvancılık da Nil’in sunduğu zengin imkânlarla şekilleniyor. Ve tabii bir de ulaşım amaçlı kullanılıyor.

Türkiye-Uganda ilişkilerine gelelim. İki ülke arasında şu anda hangi alanlarda temas var? Sizce neler geliştirilebilir?

Bizim diplomatlarımızın ifadesine göre, Uganda Türkiye’nin dış politikasında öncelikli bir ülke olarak kabul edilemez. Ancak Afrika genel olarak bir odak ve önemli bir gündem olduğundan, Uganda da bu ilgiden nasibini alıyor. Bana 700–800 civarında Türk vatandaşının Uganda’da yaşadığı söylendi. Bunların büyük çoğunluğu kendi iradeleriyle gelmiş ve kendilerince bir girişim içindeler.

Bunun dışında, orta veya büyük hacimli Türk firmaları da var; bunlar yol ve demiryolu altyapı projelerini yürütüyor ve Türk mühendis ile işçilerini Uganda’ya götürüyorlar. Bir de benden başka bir iki akademisyen daha üniversitelerde görev yapıyor. TİKA aracılığıyla çok etkili projeler yürütülüyor. Ayrıca, hayır amaçlı gelen bazı STK’lar orada okul, yurt, yetimhane gibi oluşumlar başlatmış ve hâlâ orada kalmaya devam ediyorlar.

Son olarak, yılın belli dönemlerinde kurban, su kuyusu ve diğer yardım amaçlı ziyaretler gerçekleştiriliyor. Benim gözlemime göre, Türk insanı ve girişimcisi Uganda’yı ve Afrika’yı henüz keşfediyor; el yordamıyla ilerliyor ve kendine bir yol arıyor.

Afrika’yı 2010’da Burkina Faso’da da görmüştünüz. Aradan geçen 15 yılda kıtada neler değişmiş?

2010’da gördüğüm Burkina Faso için bir şantiye benzetmesi yapmıştım. 15 yıl sonra Uganda’da, bu şantiyenin hayli gelişmiş; bazı yollar, köprüler, hatta fabrikalar ve havalimanlarının tamamlandığını ve canlı bir konut seferberliğine evrildiğini gördüm.

15 yıl önce Afrika için “uyanmakta olan bir dev” benzetmesi yapmıştım; şimdi de benzer bir izlenim edindim. Ancak bu sefer, Uganda’da kolonyal algı ve anlayıştan sıyrılmayı tartışan, ideolojik olarak da kendini konumlandırmaya çalışan bir Afrika izlenimi edindim.

Sahra Altı Afrika’ya baktığınızda, Uganda bu tablonun neresinde duruyor?

Uganda, Sahra Altı Afrika’nın tipik, ortalama bir ülkesi. Birkaç görece gelişmiş ülkenin (Güney Afrika, Nijerya, Kenya, Gana, belki Tanzanya) ardından, Uganda ve diğer önemli bir kısmı kendini toparlamaya ve gelişme ile kalkınma yolculuğuna dahil olmaya çalışıyor. Bazı ülkeler ise (Burundi, bu ülkelerin en belirgin örneklerinden biri) oldukça zor durumda ve ayakta durmaya çabalıyor.

Uganda gibi ortalama ülkeler, yatırım, turizm, politika, üretkenlik gibi kavramları gündemine almış ve bir yolculuğu başlatmış görünüyor.

Ülkemizde maalesef Uganda’nın adı zaman zaman kötüye çıkmıştı. Sizce bu algının sebepleri neler? Böyle bir algıya sebebiyet verecek bir durumla karşılaştınız mı?

Açıkçası, “Uganda” sizin de belirttiğiniz gibi, ne zaman olumsuz bir örnek verilmek istense, akla gelen ilk ülke olarak gayri ihtiyari dile getiriliyor. Bunun ana sebebinin, 1970’lerdeki Idi Amin döneminin olumsuz izlerinden kaynaklandığını düşünüyorum. Idi Amin taraftarlarına göre ise bu algı, Batı tarafından özellikle oluşturulmuş.

Öyle ya da böyle, Uganda demokrasisi, ekonomisi ve kentleşmesi ile Türkiye’nin ulaştığı noktaların çok gerisinde; bu bir gerçek. Ancak diğer taraftan, 50 milyonluk bir ülke olarak temel eğitim düzeyinde neredeyse okullaşmayı öyle ya da böyle tamamlamış, rejimi belli bir istikrara kavuşmuş ve ülkedeki herkesin kalkınma, büyüme ve gelişme konuştuğu bir ülke konumunda. Hatta bazı teamül ve kapasiteleri ile bazen Türkiye olarak örnek alabileceğimiz yanları da var.

Diğer taraftan, Türkiye’ye yönelik oldukça olumlu ve güven dolu algıları ve yaklaşımları ile Uganda, Türkiye için Doğu Afrika’daki güçlü ve etkili paydaşlardan biri. Yani özetle, Uganda ismini ağzına alan özellikle aydınlarımızın iki kere düşünmesini öneririm.

Uganda’nın istikbaline dair umut verici gördüğünüz alanlar neler?

Uganda’da en umut verici durum, görece huzur ve istikrardır. Ülke 1980’lerden beri büyük bir istikrar içinde. Yer yer olumsuzluklar yaşanıyor elbette, ama güvensiz herhangi bir bölge veya şehir yok.

Diğer taraftan, doğal yer altı ve yer üstü kaynakları, iklimi, tarıma elverişli toprakları ve nüfusu ile Uganda, Doğu Afrika’nın ve Afrika’nın kapasitesi çok yüksek ülkelerinden biri. Umarım bu imkânlarını en verimli şekilde değerlendirip, mutlu ve müreffeh bir toplum inşa edebilirler.

Son olarak, Uganda’dan size kalan en değerli an, en unutulmaz sahne nedir?

Şüphesiz, bu soruya cevap vermek çok zor. Zira birçok özel an ve deneyim yaşadım. Ama galiba en özel deneyim olarak, orada edindiğim genç arkadaşlarımla yaptığım keyifli sohbetleri hiç unutmayacağım. 18–30 yaşları arasında 3–5 çok samimi arkadaşım oldu. Onlarla yemekler yedik, sohbetler ettik, seyahatler yaptık ve bazen de iş güç konuştuk. Onlarla geçirdiğim zamanlarda Uganda ve Afrika’ya dair en derin ve özel detayları duydum, dinledim.

Ve Türkiye’nin Afrika ile ilişkileri konusunda okurlarımıza iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?

Türkiye, Afrika’yı maalesef açlık, yoksulluk, siyasi karışıklıklar ve darbeler üzerinden tanıyor ve bu bilgisini de medyadan, kulaktan dolma ya da çok kısa süreli seyahatlerle edinmiş. Akademisyen ve aydınlarımız ise Afrika’yı kitaplardan ya da makalelerden tanıyor; Afrika’ya dair ürettiği bilgiyi de masa başında üretiyor. Oysa bunların hiçbiri Afrika’yı doğru konumlandıramıyor.

Rahmetli İsmail Cem’in 1998 yılındaki Afrika Eylem Planı, 2005 Afrika Yılı ve ardından 2012’den itibaren Türkiye Bursları ile Afrika ilişkilerimiz oldukça güçlü bir şekilde ivmelenmiş. Ancak politik girişimlerin, akademik, ekonomik ve sosyal bakımdan daha güçlü bir şekilde desteklenmeye ve derinleşmeye ihtiyacı var.

Ben TÜBİTAK desteğiyle gidebildim. TÜBİTAK’a ve dolayısıyla devletimizin imkânlarına minnettarım, müteşekkirim. Ama daha fazlasını yapabilmem için daha fazla kaynağa ihtiyacım var. Bu teşebbüsler, kişisel çabalarla yürütülemeyecek kadar pahalı, çok yönlü ve uzun soluklu işler. Hal böyle olunca da daha fazla gönülden teşebbüse ve bu teşebbüslerin kurumsallaşmasına ihtiyaç var.

İlginiz için teşekkür ediyorum.

Ben de size teşekkür ediyorum.

İbrahim Ethem Gören – 18.08.2025, Yazı No: 681

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER

ÖNE ÇIKANLAR