Marksistler, insanlığın ilâhi kaynaklar realitesini bir kenara bırakarak düşünmek yoluna girmenin doğallığını savunuyorlardı. Bu, tepkisel bir yaklaşımın ürünü idi. Karl Marx`ın hangi materyalist ve pozitivistlerin etkisinde ilk oluşum evresini geçirdiği üzerine kafa yorulduğuna pek rastlamıyoruz. Avrupa`da insanın insanı sömürmesi aşırılığı bir ideoloji haline gelecek dereceye ulaştığı raddede, insanın özlük hakları arasında 'emek', başlı başına bir sorun haline girmişti.

Emeği savunmak, insan onuruna sahip çıkmakla eş anlamlı olduğu için, kokuşmuş sömürmeci zihniyetin en pis biçimde sırıtan niyetleri bir tepkiyle karşılaşmalıydı. Bu tepki, potansiyel olarak, alın terine saygı gösterilmeyen her insanın içinde birikmekteydi. Yaşanan çetin ve acılı hayatta bu böyle idi.

Ezilmek, ta baştan beri söz konusu idi. Kapitalizm öncesinden gelmekteydi.

Çünkü, ezme vardı.

İnsanların maddî yaşama imkânlarını sınırlı tutanlar, insanoğlunun manevî kabiliyetlerinin işlemesine de göz dikmiş olurlar. Bilerek ya da bilmeyerek.

Sonuçta bu bir kısıtlama olacağına göre, bilerektir. Kötülük buradan gelişir. Bu, kötülüğün örgütlenmesine gidecek yolun başıdır. İnsan onurunu saygı edinmiş filozofların işaret ettiği emeğin sömürüsü ve insanın ezilişi oluyordu. Bu sahici davranıştan geri durmadılar. İşçiye sahip çıkıldı.

*

Buna karşın, Avrupa`da ezilmenin, sömürünün tablosunda sadece işçi görünse de, dışarıdan bakan teşhisci gözler başkasını da görmüşlerdir. O başkası, bizzat işçiyi el emeği göz nuru, alın teri sahibini üzenlerdir. İşçi ile işveren arasındaki duyarlıkların gerilmesi doğaldı. Hakkı yenenler, buna artık bir ünlem getireceklerdi.

Giderek, işçi 'sınıfı' kavramı üretildi. İşçi 'bilinci', işçi 'direnişi' realiteleri yerleşti.

*

Yukarıda, 'emek sahiplerini üzenler' demiştik biraz önce. Sermaye ve işveren sınıfı, çalıştırdığı işçisine bir saygı duymalıydı. Duymuyordu. Duyamıyordu. Çünkü Hıristiyanlık içsel bir denetimi sağlayamıyordu insanlarda. Ü stelik kilise de onları baskı altında tutuyor ve bir şekilde sömürüyordu. Oysa işçi kitlelerinin hukuku savunulmuyordu.

Bundan, keskin bir Özgürlük duygusu ortaya çıkacaktı. Özgürlüğün alışılagelmiş tanımları da gözden düşmüştü. Kimse manevî özgürlük diye bir şeyin de hakkı olduğunu hatırlamıyordu denebilir. Batı Hıristiyanlık güçleri tarafından kuşatılmış ve esir mi alınmıştı?

*

Batı insanının doğru teşhis edilemeden kalmış temel sorunları 21. yüzyılın başında da aynı durumda dersek, yanlış olmayacaktır.

*

Kuşaktan kuşağa Marx`çı solculukta özgürlük sorunu çeşitli giysilere sığındı, makyajdan geri kalmadı, üstelik jest ve kaprisler fetişizmi diyebileceğimiz bir noktaya vardı. İsyan duygusu kökleşmiş gençlik dönemlerini, Özgürlük özleminin tutarlı yönelişleri izlemiş değil.

Rosa Luxemburg`un (Polonya doğumlu Alman Marksist kuramcı (1871-1919), 'Özgürlük yalnızca ve daima farklı düşünenlerindir' formülü ile, kuramcı psikoloji sahiplerine çekici gelir. Bunlar insanın özgür olarak doğduğu fikrine gülümser, marksist literatürü aşamadıkları içinse, keyfî özgürlük`ün özgürleştirici olmaktan çok yabancılaştırıcı etkisini görmezden gelir, konumlarını kaybeder, hep terk ederler.