Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Mehmet Cangir
Mehmet Cangir

Ne güzeldi o eski (!) günler

Eskiden ne güzel mahkemelerimiz vardı… İçinde hak, hukuk ve adaletin bulunmadığı; 1950’de açılan davaların hâlâ sürdüğü, daracık kiralık salonlarda adaletin dağıtıldığı dönemler… Hâkimlerin odalarının bile olmadığı, dosyaların kaybolduğu, baro odalarının bulunmadığı, avukatların bekleme yerinin, dinlenecek köşesinin hatta tuvaletinin dahi olmadığı adliyeler…

Başörtülü hâkim, savcı ya da avukat mı? Görev alamazdı. Kamusal alan dedikleri yerlerde başörtüsüyle nefes almak bile mümkün değildi. Ne güzeldi adliyelerimiz!

Barolarımız vardı. Meslektaşlarının dertlerini umursamayan ama siyasete her gün açıklama yapan… Siyasal iktidara vesayetin diliyle ayar vermeye çalışan, ama üyelerinin hiçbir sorununa eğilmeyen… Başörtülü avukatlarını baro odalarına bile almayan; laiklikte ve Atatürkçülükte ölçü kabul etmeyen ne güzide kurumlardı onlar!

Yargıtay ve Danıştay üyeleri vardı. Askeri erkân çağırdığında otobüslerle brifinge koşar, vesayetin emrindekilere cübbelerini son düğmesine kadar iliklerdi. Dosyalar yıllarca bekler, ama olsun; laiklikleri kimseninkine benzemezdi!

Ordu… Kendini devletin sahibi sayan bir zihniyetin taşıyıcısıydı. Gerektiğinde darbeyle hükümet indirir, gerektiğinde “durumdan vazife çıkarır”dı. Darbe bildirileriyle yönetilen bir ülke olurduk. Bir yandan PKK’nın karakol basmalarına 9 saat müdahale edemezken, öte yandan siyasi iktidara küfür eden subaylar terfi ettirilirdi. Hele laiklik vurgusu yaptı mı, general olmak kaçınılmazdı.

Yargıtay Cumhuriyet savcıları manşetlerden inmezdi. TBMM’ye hakaret eder, milletin iradesini tanımazlardı. Siyasi davalarla ülkeyi yıllarca kilitleyip ekonomiye milyarlarca liralık zarar verir, buna rağmen “hukuku koruyoruz” diyebilirlerdi. Çünkü onlar “laikliği koruma görevini” kendilerinde bulmuşlardı.

Her 15 günde bir toplanan Milli Güvenlik Kurulu vardı. Hükümete ayar verir, açıklamalarıyla Başbakanları istifaya zorlar, yeni kabineler kurulurdu. Medya, manşetleriyle darbe sürecine lojistik destek sağlar, siyaseti dizayn ederdi. Başbakanın sofralarına içki servis edilir, devletin “laik kimliği” korunurdu!

Devlet Güvenlik Mahkemeleri vardı. Özel kanunlarla kurulur, en az bir üyesi asker olurdu. Beğenilmeyen partiler bu mahkemeler aracılığıyla bir bir kapatılırdı. Türkiye, kapatılmış siyasi partiler mezarlığına dönüşmüştü.

Üniversiteler… Başörtülü öğrencilerin alınmadığı, rektörlerin generallerle kol kola yürüdüğü, gerektiğinde orduyu yönetime davet eden bildiriler yayınladığı kurumlar… Sınavlara dahi alınmayan öğrenciler… Eğitimde ayrımcılık, laiklik adına normal sayılırdı.

Cumhurbaşkanı anayasa kitapçığı fırlatır, siyasi kriz çıkarır, kırmızı ışıkta durması “erdem” gibi pazarlanırdı. Çankaya resepsiyonlarına, eşi başörtülü olan milletvekillerine tek kişilik davetiyeler gönderilir, bu tavır alkışlanırdı.

TÜSİAD vardı. Hükümet kurar, yıkar, ayar verir; içeride vesayetle, dışarıda ortaklarıyla iş tutardı. Bir de özgür basın vardı! Hükümetlere talimat veren, gazeteci değil siyaset mühendisi gibi çalışan… Pijamayla Başbakan karşılayan, manşetlerle hükûmet kuran… İhale dağıtan, medya kartelleri…

Hastaneler… Sosyal güvencesi olmayanın rehin kaldığı, tedavi göremediği, cenazelerin parayla teslim edildiği bir sistem… “Paranı ver, ölünü al” modeli… Parayla sağlık, parasızlığa rehin…

Okullar vardı. Çağdaş, laik, Atatürkçü kadrolar tarafından yönetilirdi. Mezun olan gençler ülkeye değil, dışarıya bakardı. Vatanında gelecek göremeyen bir gençlik yetiştirilirdi. Umutsuz, geleceksiz, dışarıda mağdur, içeride horlanan…

Bankalar vardı. Gecelik %7500 faizlerle ekonomiyi batıran, içi boşaltılıp hazineye borç bırakan… Rantla zenginleşen, üretmeden kazanan.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER

ÖNE ÇIKANLAR