Roma’dan bu yana değişmeyen tek kanun ve adalet; top ve tüfektir.
Doğu toplumlarının hak ve adaletten anladığı şeyle Batılının anladığı şey aynı değildir. Batı’nın temel düşüncesi, insanı ve insanlığı sömürmek, onu “medenileştirmek”tir. Medeni insan, kendisine hizmet edendir. Yaşama hakkı, hizmetinde olanın; güçlünün yanında olanındır. Güçlü olan da kendisidir. Çünkü Tanrı yaratırken herkesin statüsünü belirlemiştir. İnsan, kaderini yaşamak zorundadır. Kim bunu kabul etmez, değiştirmeye çalışırsa terörü desteklemiş olur. Zafer de güçlünün hakkıdır.
Aristoteles, Eski Yunan’da kölelerin özgür Yunan vatandaşlarına hizmet etmek için yaratıldığını söylemiş; köleleri eşit yurttaş olarak kabul etmemiştir. Ona göre yalnızca özgür doğanlar vatandaş olmaya hak kazanabilir. Kölelerin sonradan özgürleştirilmesi ise mümkün değildir.
Montesquieu, Kanunların Ruhu adlı eserinde, bundan 300 yıl önce şöyle demiştir:
“Gelecekte muhtemel bir düşman olarak karşımıza çıkacak olanları henüz cenin halindeyken bugünden yok etmek bir haktır.”
Kızılderilileri yok edenler, Avrupa’dan gelen korsan barbarlardı. Avrupa’nın çeşitli milletlerinden kıtaya giden barbar kavimler, bu yeni kıtadaki yerli halkları katlederek topraklarına el koymuşlardır. Avrupa’dan gelen bu vahşi barbarlar, kıta üzerinde yeni bir dünya, yeni bir düzen kuracaklarını; müreffeh bir hayat vaat ederek kendilerini tanıtmışlardır. Kendilerini “Yeni Dünya”nın sahipleri ve kurucuları olarak sunmuş, yeni sömürge alanları oluşturarak yerleşmişlerdir.
Bu katliamcı barbarlar, Amerika’daki yerli halkı yok ederek topraklarını gasp etmişlerdir. Avrupa’dan çıkarken amaçları, Allah’ın hükümranlığını tesis etmek ve kıtayı medenileştirmekti. Bu toprakları “vaat edilmiş topraklar” olarak görmüş, yerleşimciler olarak el koymuşlardır.
Kutsal Kitap’ta anlatılan Yeşu Peygamber’in “kutsal imha ve yok etme” hareketlerini uygulamışlardır. O dönemde de bugünkü yağmacı İsrailliler gibi hareket etmiş; kendilerinin bu topraklara yerleşmeye davet edildiğini, Allah’ın kendilerini savaşa çağırdığını iddia etmişlerdir.
ABD’NİN ÜÇÜNCÜ BAŞKANI THOMAS
Jefferson, Amerikan halkının “Allah’ın seçilmiş halkı” olduğunu ileri sürmüştür.
Başkan Richard Nixon da şöyle demiştir:
“Allah Amerikalılarla beraberdir. Allah, Amerika’nın dünyayı yönetmesini istiyor.”
Kurucu Başkan George Washington, Amerika siyasetinin değişmez kuralını şöyle açıklar:
“İnsanların işlerine yön veren o görünmezlerdir. Hiçbir halk, Amerikan halkından daha fazla şükretmek ve ibadet etmekle yükümlü değildir.”
İkinci Başkan John Adams, şöyle der:
“Amerika’nın kuruluşunu, insanlığın hâlâ kölelik içinde bulunan kısmını özgürleştirmek ve aydınlatmak için tasarlanmış ilahi bir lütuf olarak görüyorum.”
Alexis de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi adlı kitabında şöyle demiştir:
“Ben, Amerika’daki kadar az düşünme ve tartışma özgürlüğü olan başka bir ülke tanımıyorum.”
O günden bu yana değişen bir şey olmamıştır.
Avrupalı barbarların stratejisi, öldürmek, kıtadaki yerlilerin topraklarını işgal etmek ve yerleşmek üzerine kuruluydu.
Benjamin Franklin, Kızılderililerin ellerindeki toprakları almak için onları alkolik yapmıştır.
ABD’nin stratejik öldürme ve toprak gaspı politikalarına karşı, Kızılderililer 1890’da direniş başlatmış; ancak başarılı olamamışlardır. Direniş, Wounded Knee Katliamı ile sona ermiştir.
İnsan Hakları Bildirisi, esasen o günkü işgalci ve yerleşimciler lehine yazılmıştır.
Bugün Gazze’de 1917’den bu yana stratejik etnik temizlik yapanların dedeleri, Avrupa ve Amerika kıtalarında Kızılderililere etnik temizlik uygulamış, soykırım gerçekleştirmişlerdir. Böylece mısır ve buğday tarlalarına, petrol ve altın gibi yer altı zenginliklerine sahip olmuşlardır.
Kızılderililere karşı topyekûn savaş açılmıştır. Bu hareketin komutanı,
“En iyi Kızılderili, ölü Kızılderilidir.” sözünü kullanarak katliamı meşrulaştırmıştır.
ABD sadece bugünkü sınırları içinde değil, tüm kıtada etnik temizlik, savaş ve işgal uygulamıştır.
Yeni Dünya Düzeni olarak adlandırılan yapının temelleri, 1877 yılında “Beşli Çete” olarak bilinen şu kişilerce atılmıştır:
John D. Rockefeller J.P. Morgan Andrew Carnegie Mayer A. Rothschild Cecil Rhodes
Bu yapıya akıl veren kişi, Oxford Üniversitesi’nden John Ruskin’dir.
Yuvarlak ve gizli bir cemiyet kurmuşlardır. Birçok hedef belirlenmiş, bu hedeflere ulaşmak için ince ince dokunmuş stratejik planlar hazırlanmıştır. Amaç, İngilizcenin ortak dil olduğu dünyayı tek kutuplu, oligarşik bir yapıda birleştirmek ve Britanya İmparatorluğu’nun siyasi, ekonomik ve kültürel olarak bir dünya federasyonu kurmasının yolunu açmaktır.
Sonrasında bu yapı, 20. yüzyılın başlarında “Yuvarlak Masa” adıyla çok uluslu ve yarı açık bir cemiyete dönüşmüştür.
Siyonizm, 1896 yılında Theodor Herzl tarafından kurulan siyasi bir doktrin olarak kabul edilmiş olsa da, temelleri daha önceden atılmıştır. Başlangıçta Yahudilikten doğmuş bir siyasi hareket olsa da 19. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa milliyetçiliğinden beslenen bir siyasi sömürge hareketine dönüşmüştür.
Theodor Herzl, bu yeni siyasi-ekonomik milliyetçi doktrinin sahibidir.
Yeni doktrinle birlikte Yahudilikten yola çıkmadığını, Yahudiliği esas almadığını, dinden hareket etmediğini ve hiçbir dini eğilimin etkisinde kalmadığını belirtmiştir.
Herzl, Cecil Rhodes’a gönderdiği bir mektupta, kendi programının bir sömürge programı olduğunu, Rodezya Sömürge Şirketi’nin programıyla aynı olduğunu; bu nedenle programın incelenip imzalanarak kendisine geri gönderilmesini istemiştir.
1954’te, Rothschild hanedanı öncülüğünde Bilderberg Grubu kurulmuştur.
Birleşmiş Milletler, bu grubun etkisiyle, küresel Siyonistlerin bir kurumu gibi hareket etmeye başlamıştır.
Pakistan’ın kurucu lideri, şair ve hukukçu Muhammed İkbal, Birleşmiş Milletler’i şöyle tarif eder:
“Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşın galibi olarak tek başına kurduğu, kendi mezar kazıcısı gibi çalışan bir teşkilat.”
Birleşmiş Milletler’in varlık sebebi, kurucu ülkelerin ve müttefiklerinin çıkarlarını korumak ve kullanmaktır.
Bundan böyle savaşmadan, kendi çıkarlarını tüm üye devletlere kabul ettirmek için kurulmuştur.
Kendisini ilgilendirmeyen konularda tarafsız kalır görünerek; zayıf, güçsüz ülkelerin önünü tıkayarak onları sürekli kendine muhtaç bırakmakta; gerektiğinde ise bu ülkeleri birbirine düşürerek, sonra da arabulucu rolüne girip barıştırmaktadır.
Amaç, düşmanlıkları kalıcı hâle getirerek sürekli bağımlılık yaratmak ve böylece tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklara hukuken el koymaktır.
Milletler Cemiyeti’nin bugüne kadar adaletle çözdüğü bir uluslararası mesele yoktur.
Karışıklıklar çıkararak, ülkeleri birbirine karşı kışkırtmakta; önce savaş çıkarmakta, sonra da diğer ülkeleri korkutarak silah satarak Amerikan ekonomisini canlı tutmaya çalışmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri, Birleşmiş Milletler teşkilatını bir araç, bir silah gibi kullanmakta; kendi ulusal kurumlarıyla yapamadığını, BM aracılığıyla, para harcamadan ve savaşmadan gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Şu ana kadar bu konuda da başarılı olmuştur.
Geçen zaman zarfında, gerek aldığı kararlarla gerekse alması gereken ancak almadığı kararlarla hukuka uygun davranmadığı tartışmasızdır.
Bu tür kararlarla kendi meşruiyetini tartışmalı hâle getirmiş, işlevsizleşmiş ve varlık nedenini fiilen yitirmiştir.
Bugün artık dünya genelinde yükselen bir ses var:
“Dünya beşten büyüktür.”
Bu itiraza karşı hiçbir devlet açıkça karşı çıkamamakta; yükselen bu sese kimse bir şey diyememektedir.
Bu sessizlik dahi, bu itirazın haklılığını açıkça ortaya koymaktadır.
SONUÇ
Dünya düzeni, yüzyıllardır güçlünün hukukunun hâkim olduğu bir sistem üzerine kurulmuştur. Bu düzen, çoğu zaman sömürgecilik, işgal, etnik temizlik ve stratejik şiddet yoluyla kendini var etmiş; insan hakları, özgürlük ve adalet gibi kavramlar ise yalnızca simgesel düzeyde savunulmuştur. Bugün gelinen noktada, bu yapıların ve kurumların sorgulanması, değişim talebinin yükselmesi ve küresel vicdanın yeniden tanımlanması, insanlık için kaçınılmaz bir ihtiyaç haline gelmiştir.

YORUMLAR