Mehmet Akif Ersoy'un Mısır'a gitmesi, yalnızca bir coğrafi hareketlilikten ibaret değildi. Bu seyahat, aynı zamanda Akif'in iç dünyasında yaşadığı derin çatışmaların ve ülkesiyle kurduğu kopmuş bağların bir yansımasıydı.
Akif, bir yanda Türk milletine karşı duyduğu derin sorumluluk ve bağımsızlık mücadelesinin simgesi olma gayesiyle hareket ederken, diğer yanda Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuyla şekillenen kaotik ortamda kendi kimliğini yeniden bulmaya mı çalışmıştı? Bu karmaşık süreçte, Akif'in Mısır'a gitmesi, onu hem fiziken hem de ruhen bir tür hicrete zorlayan bir durumdu.
Mısır'a gitmesinin ardında yalnızca bir hicret değil, aynı zamanda miletini daha sonra yaşanması muhtemel bir utançtan koruma ve ona bu ağır travmayı yaşatmama arzusunun da izi bulunuyordu. Akif, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesinde kazandığı zaferin ardından, gelecekte yaşanabilecek olası acıların ve toplumsal travmaların öncesinde, bu necip milletin onurunu koruma sorumluluğu taşımaktaydı. Belki de Mısır’a gitmek, sadece bir yer değişikliği değil, aynı zamanda Türk milletinin gelecekte istikal şairi idam edilmiş bir millet olma gidişatından kurtarmak ve milletin layık gördüğü “İstiklal Şairi” onurunu koruma adına gösterilen bir öngörüydü. Akif'in bu kararı, bir anlamda hem kendi içsel bunalımından çıkış, hem de milletini geleceğine yönelik bir koruyucu tavır içerisini girmesi olarak değerlendirilebilir.
SAVAŞIN ARDINDAN YAŞANAN ZORLUKLAR
Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının ardından, Akif'in hayatı bir dönüşüm sürecine girdi. Yeniden kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin lider kadrolarından ve halktan uzaklaşan Akif, birdenbire yalnızlaşmış ve birçok ideali ile yüzleşmek zorunda kalmıştı. Hükümetin Akif’e olan tavrı değişmişti. Akif artık hükümetin bazı kanatlarında, düşmanı alt eden kahraman ve savaşın ve bağımsızlık mücadelesinin zaferini Türk milletinin ruhuna kazandıran bir lider olarak halkın belleğine kazıyan istiklal şairi olarak görülmüyordu. Bu siyasi ortamda artık Akif'e yer yoktu. Gelişen olaylar, Akif'i hem fikren hem de fiziksel olarak bir çıkmaza sokmuştu. Akif, artık Türkiye'de kendini güvende hissetmiyordu.
Savaş yıllarında Akif, Türk milletinin ruhunu yüceltmiş ve İstiklal Marşı’nı yazarak halkın özgürlüğünü simgelemişti. Ancak bu şair, artık istikbalin ve özgürlüğün tezatları arasında sıkışmıştı. Bir yanda bağımsızlık için verdiği mücadelenin acı meyveleri, diğer yanda sonrasında ülkesindeki yönetimin Akif’i bir tehdit olarak görmesi… Akif, hem devletin içindeki istihbarat birimleri tarafından adım adım izleniyor, hem de toplumsal atmosferin içinde yalnız bırakılıyordu. Ne yazık ki bu ortam, Akif'in vatanına olan sevgisinin ve halkına olan bağlılığının, düşmanları tarafından yanlış anlaşılmasına ve tehdit edilmesine neden oluyordu.
MISIR’A ZORUNLU GİDİŞİ VE TOPLUMU BİR AYIPTAN KURTARIŞI
Bu noktada, Akif için tek çıkış yolu Mısır’a gitmek olmuştu. O dönem, Türk milletinin direnişinin ve özgürlük mücadelesinin simgesi olan Akif, eğer Mısır’a gitmeseydi, büyük ihtimalle idamla karşı karşıya kalacaktı. Akif’in istikbalinin ve vatanına olan bağlılığının sonu, bir ihtimalle idam sehpası olabilirdi. Mısır’a gitmesi, sadece bir sürgün değil, aynı zamanda Türk milletinin büyük bir utançtan kurtuluşuydu. Mehmet Akif, ülkesinde yaşadığı her türlü baskıya ve tehditlere rağmen, halkını utanç içinde bırakmak istemedi. Mısır’a gitmesi, onun bir tür vicdan azabını da beraberinde getirdi. Ancak bu hicret, o dönemdeki politik atmosferin getirdiği zorunluluklardan biriydi.
Mısır'da Akif, hiç de huzurlu bir yaşam sürmedi. Bir halk şairinin, özgürlük mücadelesinin simgesinin, Mısır’daki zorunlu sürgününde duyduğu yalnızlık ve rahatsızlık, Akif’in kalbinde derin izler bıraktı. Zihninde, her anında Türk milletinin acılarını ve kaybolmuş değerlerini hissederek yaşadı. Mısır’daki yılları, onun ne kadar büyük bir halk adamı ve ne kadar fedakar bir şair olduğunu, her yönüyle gösterdi. Akif’in sürgünündeki rahatsızlığı, Türk milletinin yalnızlık içinde olduğu, sesini duyan, direnişin simgesini bir araya getirecek bir liderin eksikliğiydi. Her ne kadar Akif bir süreliğine fiziksel olarak Türkiye’den uzaklaşmış olsa da, ruhu hala vatanındaydı. O, Türk milletine yüreğinde duyduğu hasretten kaynaklı ateşi hiç kaybetmemiş, hep bir gün geri döneceği umudunu taşımıştı.
SAFAHAT’IN YASAKLANMASI VE ESERLERİNİN İMHASI
Akif’in yurt dışına çıkmasından sonra, Türkiye’deki kültürel ve politik atmosfer giderek daha da baskıcı hale geldi. Safahat, Akif’in en önemli eserlerinden biri olarak, halkın ve halkın değerlerinin simgesine dönüşmüştü. Ancak zamanla bu eser, yeni yöneticiler tarafından "tehlikeli" olarak görüldü. Akif’in milli bakış açısı ve milli birliğe dair düşünceleri, dönemin siyasi iklimiyle uyuşmuyordu. Sonuç olarak, Safahat’ın yayılmasına engel olundu. Hatta, birçok önemli eseri imha edildi. Bir zamanlar Türk milletinin yüreğine dokunan, sesini duyuran o eserler, zamanla "yasaklanmış" ve "karalanmış" hale geldi. Oysa ki, Akif’in eserleri, sadece bir dönemin izlerini değil, aynı zamanda Türk milletinin ruhunu simgeliyordu. Türk milletinin o dönemdeki direnişinin, mücadelesinin bir parçasıydı Safahat. Fakat, bu eserler, Türkiye’nin yeni yönetimi tarafından bir tehdit olarak görülüp sansürlendi.
AKİF’İN MİRASI: BİR UNUTULMUŞ DEĞER
Bugün, Akif’in mirası ne yazık ki çoğu zaman unutulmakta ya da yanlış anlaşılmaktadır. Safahat, bir zamanlar her evde okunur, gençlere ilham verirdi. Ancak şu an gelinen noktada, Akif'in özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Akif, halkının en zor zamanlarında onlara cesaret aşılayan bir şair, bir liderdi. Ancak ne yazık ki, bu büyük şairin eseri ve mücadelesi, dönemin politik atmosferinde bir tehdit unsuru olarak görülüp yok sayıldı.
Oysa bugün, Akif’in bıraktığı miras hâlâ yaşamakta. O, halkının değerleriyle şekillenen, hürriyetin ve özgürlüğün sesini duyan bir şairdi. Akif’in yaşadığı yıllarda karşılaştığı bu zorluklar, onun ne kadar büyük bir insan olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Akif’in Türk milletini utançtan kurtarmak için o dönemde yaptığı hicret, aslında bir milletin onuru için yaptığı bir fedakarlık ve yine sadece Akif'ce bir davranıştı.
Evet bugün, 20 Aralık 1873'te Türk milletinin yetiştirdiği en büyük şairlerden biri olan Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un doğum günü. Onun, sadece bir şair olarak değil, aynı zamanda bir fikir adamı, vatansever ve bağımsızlık mücadelesinin simgesi olarak Türk milletinin gönlünde ayrı bir yeri var.
Mehmet Akif'in 1925 yılında Mısır'a gitmesi, o yıllarda içinden geçtiğimiz zor siyasi koşulların ve onun yaşadığı trajedilerin bir yansımasıydı. Akif, dönemin koşullarında, vatanına olan sevgisini ve bağlılığını hiç kaybetmese de, sürgünde geçirdiği yıllarda ülkesine dönme hasretiyle yanmış tutuşmuş ve hastalanmıştı. Mısır'da adım adım izlenmiş, hasta haliyle bile ülkesine dönme arzusunu taşıyan Akif, vatanına döndüğünde ise, ne yazık ki hak ettiği ilgi ve saygı yine kendisine gösterilmemiştir.
Mehmet Akif Ersoy'un vefatından sonra, mezarına yapılan defin işlemi büyük bir trajedi olmuştur. Akif, bir milletin milli şairi ve önemli bir simgesi olmasına rağmen, defin töreninde devlet yetkililerinin bulunmaması, onun unutulmuşluğunu ve vefasızlıkla karşılaşmasını göstermektedir. Sadece birkaç üniversite öğrencisinin katıldığı bu durum, Akif’e olan saygısızlığın ve halk üzerindeki baskının bir yansımasıdır. Akif'in vefatına karşı duyarsızlık, bir utanç kaynağı olup, Türk milletinin hafızasında unutulmaz bir iz bırakmıştır.
Gazeteci, yazar Muharrem Coşkun, “Kod Adı: İrtica-906” adlı kitabında bu durumu devlet arşivlerinden çıkardığı belgelerle ortaya koymuştur.
Ezcümle işte bu utanç, her geçen gün hatırlanacak unutulmayacaktır, Milli şairimiz, vatansever Akif'in aziz hatırası ise özde Türk milletinin gönlünde hep yaşayacaktır.
Mehmet Akif Ersoy, bir halk şairi olmanın çok ötesinde bir kahramandı. Onun mirası, Türk milletinin geleceğine ebed-müddet yol göstermeye devem edecektir. Zalimler istemese de!..