Allah, insanı halife olarak yarattı, halife; eşref-i mahlûkat... Dağların kabullenmekten imtina ettiği kutlu vazifeyi; yeryüzünün tasarrufu görevini tüm cahilliğine rağmen “insan“ kabul etti.

Malum olduğu üzere insan eşref-i mahlûkattır; yaratılmışların en şereflisi ve faziletlisidir. 

İnsan vazifelidir, nerede vazifeli olduğunu; görev yerini arayıp bulmalı; yola çıkmalıdır. Çünkü insan yoldadır ve dahi yolcudur. Yolcuya yoldaş, sırdaş ve yol azığı lazım gelir. Âkil insan fenâ yolculuğunda kendine salih bir arkadaş bulur; ihtiyaç halinde arkadaşı ona ayna olur.

İnsanın temel vazifesi hilâfet görevini yerine getirmektir. Bu bağlamda insanoğlu, mütemadiyen görevinin bilincinde olarak yeryüzünü Allah’ın istekleri istikametinde tasarruf etmeli, teşrîk-i mesai içerisinde bulunduğu muhiti şenlendirmeli; hak, hukuk, adalet ve merhamet ekseninde tasarrufta bulunmalıdır.

İnsanın meşrebi ve mesleği vardır. İnsan her ne işle meşgul olursa olsun mesleğinin adamıdır. Ve dahi meslek yücedir. Meslek, insanın hâlet-i ruhiyesine sirâyet eder. İnsan mesleğiyle yatar kalkar, meşrebince iş tutar, hizmetinde bulunduğu vazifeyi varoluş sebebi olarak görür. O sebebi göz açıp kapayıncaya kadar dahi unutmaz; yahut unutmamalıdır. 

İnsanın varoluş sebebi dünyayı hak, hukuk, adalet, irfan ekseninde naif bir ustalık süzgecinden geçirerek âdil bir şekilde tasarruf etmektir. Akıl ve irade bahşedilen insan bu vazifesini sürekli hatırında tutarak, davranışlarını mezkûr keyfiyete göre şekillendirir. 

İnsan dünyaya Rabbinin rızasını kazanmak için gönderilmiştir. “Allah’ın rızası ise en büyüktür. En büyük kurtuluş işte budur!” (Tevbe Suresi, 72)

Kâinatın medâr-ı iftiharı olarak yaratılan âdemoğlu kısacık dünya serencamında insanlığını muhafaza etmeli, ulvî değerini, mânâ yönünü daha ilerilere; ‘mele-i âlâ’ya taşıyarak “men aref” sırrını keşfetmelidir. Bu bağlamda “yeryüzü halifesi”nin önünde önemli bir dava; daha doğrusu bir mesele bulunmaktadır: ”İnsan olmak”, insan kalmak”, “insanca yaşamak” ve netice olarak da “Hazret-i İnsan olmak…” Davanın nirengi noktası burasıdır.

Hazret-i İnsan olabilen “Ey gönül huzuruna ermiş ruh! Sen Rabbinden razı, O senden razı olarak dön Rabbine! Sen de katıl has kullarımın içine, gir cennetime!” âyet-i kerimelerindeki müjdeli hitabın muhatabı olur. (Fecr Suresi, 27-30)

İnsan olma davasında âdemoğluna rehber olarak peygamberler ve ilahi kitaplar gönderilmiş; insanca yaşamada, insan kalmada ve dahi insan olarak hikmete râm olmada, iyiliğe sarılmada, kötülükten uzaklaşmada başıboş bırakılmamış, takvası ve fücûru ilham edilmiştir.

İyiliğin yayıldığı, kötülüğün önlendiği, hikmetin ve irfanın baş tacı edildiği dönemlerde “insanlık erdemi” hak ettiği mertebeye ulaşmıştır. 

Şimdiki zamanda ortalık kan gölü… İnsan insanın yurduyken devir değişti; insan insanın kurdu oldu. Mehmet Akif Merhum’un dediği gibi dişsiz insanları kardeşleri yemeye başladı! İnsanlıktan nasibi olmayanlar üzülerek müşâhede edildiği üzere birbiri ardına bedenini patlatır, âlemi ve âdemi öldürür oldu!

Peki, vakit geç mi? Elbette ki hayır! Vakit geç değil; şimdiki zamanda da herkes insan olma davasındaki vazifelerini bihakkın yerine getirirse, iyilikleri emredip kötülükleri men ederse, canlı-cansız her şeye; -şahısları bir yana bırakın-  eşyaya dahi hak ettiği değeri verirse, bulunduğu mekânı, çevreyi fîsebilillah şenlendirme gayretinde bulunarak hilâfet görevini bihakkın îfâ ederse, kan ve gözyaşı içinde yıkanmakta olan coğrafyalara Asr-ı Saadet ikliminden diriliş muştuları akın eder.  İnsan, ol vakitte insan-ı kâmil; hazret-i insan olur.

Nefsin tavanı da tabanı da yoktur. İnsan, yaradılış gayesini unuttukça irtifa kaybeder, aşağılara, aşağıların aşağına iner. İnsan, dünyaya gönderiliş gayesinden uzaklaştığı oranda aşağılara, aşağıların aşağısına, esfel-i sâfilîne düşer. İnsan kendini unuttukça Rabbini de unutur, Rabbini unuttukça sınıf değiştirir, hayvandan aşağı bir tabakaya girer ve böylece “...ulâ-ike kel-en’âmi bel hum edall”/”İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar.” sıfatına dâhil olur. (A’raf Suresi, 179) Arz ettiğimiz üzere nefsin tavanı gibi tabanı da yoktur!

Hayvanın hayatı dünyadan ibarettir. Kendine herhangi bir îlâhî teklifte bulunulmadığından mesul değildir. Hayvanat sadece dünya hayatında kendine ilham edilen vazifeyi îfâ eder, sonrasında toprak olup gider. Boynuzlu koyunun boynuzsuzdan hakkını alacağı günde görülecek hesabı olanlar tekrar diriltilir, hesap-kitap meselesinden sonra tekrar özüne avdet eder, toprağa karışır.

Dünya ahretin tarlası olup imtihan mahallidir. Sınav devam ediyor. İnsan neyle sınanıyor? “Belâ zamanı”nda verdiği kaville sınanıyor. Esfel-i sâfilîn ile eşref-i mahlûkât arasındaki o kader çizgisinin öncesinde, ruhların yaratıldığı demde verdiği söz ile sınanan insan,  cüz-i iradesini hayır yönünde kullanarak, dünyayı tasarruf ameliyesinde başarılı olursa meleklerden de üstün bir mevkie yerleşiyor.

İnsan, imanı, ameli ve ihlâsıyla göz alıcı dünya değerlerini elinin tersiyle bir kenara itebildiği ölçüde Allah katında makbul olan, kalıcı kıymetlere yönelir, böylelikle hakikatli insanın gönül evindeki kârî “Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. (Neticesi) kalıcı olan salih ameller ise, Rabbinin katında sevapça daha hayırlıdır, ümit bağlamak cihetiyle de daha hayırlıdır.” îlâhî hitâbını okur. (Kehf Suresi, 6) Belâ zamanında verdiği sözü unutanlar ise insanlığın başına belâ olur

İbrahim Ethem Gören/09.12.2024 Yazı No: 636