Epey yaşlanmış upuzun ağaçların getirdiği naif bir rüzgârın gelip de insanın saçlarını okşadığı bir yaz akşamında yeniden âşık olur insan İstanbul’a. Kışı başka, yazı başka güzeldir bu güzide şehrin. Lakin sonbaharı apayrı yaşanır. Kışın beyaz örtünün altında ışıl ışıl parlayan bu şehir, yazın insanın tenini yakan güneşinin altında ayrı bir cazibeye bürünür. Sonbaharı ise en İstanbul’u İstanbul yapan mevsimidir. Kim bilir belki de şairler melankoliye âşık olduğundan, belki de sonbaharın kendine has hüznünden beslenir dizeler…

Bir şehirde her mevsimin ayrı bir yaşanışı olunca şairler de bu şehri işlemiş de işlemiştir nakış gibi. Nice şiirler yazılmış, nice sözler söylenmiştir bu şehre. Öyle ya bir şeyler yazıp çizmeden duramaz ki insan bu şehirde, gözlerini kapayıp da şehrin sessizliğini içine çekince…

“İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; 
Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor 
Yapraklar ağaçlarda”

Orhan Veli’nin bu dizelerinde en duru haliyle hayat bulmuştur İstanbul. Bu şiiri insan ne vakit okusa “önce hafiften bir rüzgâr esiyor” dizesinin içinden adeta bir rüzgârın çıkıverip de gelip eteklerini uçuşturduğunu hisseder. Peki ya Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun 
''İstanbul deyince aklıma martı gelir
Yarısı gümüş, yarısı köpük
Yarısı balık yarısı kuş”
dizelerini okuyunca İstanbul’un o köpük köpük kabaran denizinde bir balık olmayı hayal etmez mi insan? Yahut bir o kıyıya bir bu kıyıya koşturup duran, hep acelesi varmış gibi durup dinlenmeden boğazın mavi sularında salınıp duran o vapurların üzerinde özgürce kanat çırpan beyazlar içinde bir martı olmayı kim hayal etmez? Tam dalıp gitmişken martı olma hayallerine,

''Yuvası saçakta kalan kırlangıç,
Yavrusu dallara emanet serçe,
Derken camiler üstünde güvercin
Minareler katından geçiyorum
Gökyüzü mahallesi İstanbul’un”
dizeleriyle alır çıkarır göklere insanı Cahit Sıtkı Tarancı. Sahi, “İstanbul nasıl görünür bir kırlangıcın, bir serçenin yahut bir martının gözünden?” diye sormadan edemez insan. Koskoca şehrin yalnız rüzgârıyla denizi yoktur ya minareleri, kubbeleri, çarşılarıyla rengarenktir İstanbul. Tam o anda

''İşte kurşun kubbeler şehri İstanbul’dasın
Havada kaçan bulutların hışırtısı
Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına yağmur yağıyor
Yenicami, Süleymaniye arkalarını kirli bir göğe vermişler
Hiç kımıldamıyorlar
Ayasofya elleriyle yüzünü kapamış bütün iştahıyla ağlıyor”
diyerek çıkıverir İlhan Berk. Bilen bilir, İstanbul’un silüeti kubbelerle kıvrılıp minarelerle yükselir. Hele bir de geceye vardı mı vakit, gör ihtişamını o camilerin. Bir kıyıdan bakınca sanki oynaşır denizin üstünde büsbütün manzarası şehrin.
Herkes bir başka bakmış bir başka görmüş bu şehri. Kimi inci dizer gibi naif şiirler yazmış, kimi kuşların cıvıltısı gibi şen şarkılar söylemiş. Lakin onun kadar İstanbul’a aşkla bakanı, onun kadar güzel göreni var mıdır, bilmem.

''Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”
diyerek adeta göklere çıkarır bu aziz şehri Yahya Kemal.