Sinema yazarlarının ortak eğilimidir, sinemayı ülkelere göre hatta milletlerin adını vererek ayırırlar. Amerikan sineması, Fransız sineması, İran sineması vb. Oysa bir film yönetmenin eseridir ve sinema evrensel bir öykü anlatım dilidir. Yönetmen elbette çevresinden, içinde yaşadığı ulusun sosyal, siyasal ve kültürel yaşamından etkilenir, ama yapıtlarının bu unsurların etkisiyle milli veya yerel nitelikli olacağı anlamına gelmez. Yönetmen kendi yorumunu katar, öyküsünü ve kendi anlatım dilini üretir. Kurgusu, öyküsüyle ya da öyküye müdahalesiyle eser artık yönetmenin malıdır. Başka kimseye ait değildir, ülkesine bile. Kaldı ki bırakın sinemayı, ülkelerle ilgili de değişik açılardan bakılarak, hangi ingiltere, hangi Amerika ya da hangi İran gibi sorular sormak mümkün. Tıpkı Hangi Sol, Hangi Batı, hangi Sağ gibi sorularla daha derine inmek gibi. Sinemada da derine indikçe karşınıza sadece yönetmen çıkar. Dolayısıyla uluslara mal edilmeyince değerinden bir şey kaybetmeyen, ama gerçekte ismi “Yönetmen Sineması” olan bir olguyla karşılaşırız.

Bazen bir ülkede yönetmenlerin birbirlerinden, ülkenin içinde bulunduğu siyasal, kültürel şartlardan fazlaca etkilendiklerini, bu etkileşimin bir “sinema akımı” şeklinde tezahür ettiğini gözlemliyoruz. Mesela Fransa’daki “Yeni Dalga” (Nouvelle Vague) gibi. Yönetmenlerin Fransa’daki tarihsel ve kültürel dokudan etkilenerek benzer yönleri olan filmler çekmelerini bile yönetmenlerin bireysel tercihi olarka görüyorum. Kaldı ki Yeni Dalga kapsamında değerlendirilen filmleri izlediğinizde her birinin aynı söylem/anlatım dilini benimsemedikleri, sadece yönetmene özgü nitelikler taşıdığını fark edersiniz. Belki tek ortak noktaları; Amerika’daki endüstriyel sinemada üretilen filmlerin yoğun tempolu ve seyirciyi filmin içine çeken sinemasal yöntemleri/teknikleri kullanmadan, yönetmenin bir “öykü anlatıcısı” rolü üslenmesidir. Bu tarz, Fransa’da yaşanan tarihsel olaylara uygun ve yaşanan süreçlerin devamıdır aslında. Fransa İhtilali’nden beri kuşaktan kuşağa akseden etkiler diyebiliriz. İhtilalin önderleri halka direkt ulaşarak, kalabalık toplantılarda konusu sarayda, evlerde, sokakta geçen öyküler anlatarak başlatmışlardı sokak olaylarını. Ama bakın dikkat ederseniz Fransız İhtilali demedim, Fransa İhtilali dedim. İhtilalin ne kadar Fransızlara özgü, ne kadar yerli ne kadar milli olduğu başka bir tartışma konusu. Sonuçlarını ve küresel çaptaki etkilerini gördükten sonra, çıkış noktasının milli ve yerli değil, küreselci bir bakış açısıyla oluşturulduğunu çok net bir şekilde görebiliriz. Dolayısıyla, yönetmenlerin aynı değerleri yapıtlarına yansıtmalarından yola çıkarak, sinema için de benzer bir sonuca varmak mümkün. 

Fransa’da yönetmen öyküyü anlatır ve sonra kenara çekilip kararı size bırakır, oysa Amerika’daki endüstriyel sinemada yönetmenin bütün amacı sizi öykünün içine çekerek olayı “zihninizde” size yaşatmaktır. Öylesi göz kamaştırıcı efektler, aksiyonlu çekimler ve hızlı kurgu hep bunun içindir. Küresel kapitalizmin illüzyonuna uygun bir “görev” üslenilmiştir. İş çıkışı Mecidiyeköy’den bindikleri metrobüste üst üste, balık istifi yolculuk edenlerin, içinde bulundukları eziyet verici ortamı düşünmek yerine, önemli meblağlar ödeyerek satın aldıkları son teknolojiye sahip cep telefonlarını çıkarıp, mavi dişli (bluetooth) kablosuz kulaklıklarıyla internetteki TikTok videolarına göz atarken, kendilerini gelişmiş/modern dünyanın bir parçası hissetmeleri gibi bir illüzyon.        

Amerika’daki küresel sinema endüstrisinin genel özelliklerini daha net fark edebilmek için, cazibesine kapılarak Amerika’ya gitmiş ve orada filmler çekmiş Avrupa kökenli yönetmenlerin yapıtlarını izlemek yetiyor. Mekânlar ve oyuncular Amerikalı olsa da, farklı bir anlatım diliyle çekilmiş filmleri izlerken seyirci tuhaf bir ikilem yaşıyor. Kapitalizmin mabedi sayılan dev kentlerde, yalnız insan öyküleri anlatmak zorunda kalan yönetmenlerin çoğu tutunamadı, geri döndüler. 

Küreselci etkilerin, Avrupa’daki yönetmenleri evrensel temalara yönelttiği gözlenirken, Amerika’da ise bireyi küresel kapitalist sisteme entegre halde tutmaya yönelik olduğu ve bunun da sinemaya birebir yansıdığı görülüyor. Bu anlamda yönetmenlerin her biri, işin farklı bir ucundan tutan görevler üslendiği, sisteme hizmet eden eserler verdiği de bir gerçek. Aksi takdirde, sistem tarafından bir iki filmden sonra elimine edildikleri de geçmişte gözlemlendi. 

Küreselciler için Amerika’nın ne kadar önemli bir merkez üssü olduğunu Demokrat Parti’nin seçimleri kaybettiği, Cumhuriyetçi Donald Trump’ın başkanlık yaptığı dönemde görmüştük. Hemen hemen bütün küresel sermaye şirketlerinin fason üretimlerini yaptırdıkları Çin Halk Cumhuriyeti’ni yeni üs olarak seçmelerini beklerken, tam tersine davranıp Amerika’yı geri almadaki kararlılıkları yaş sınırındaki Joe Biden’i başkan yapmaya yetti. Geçmişte havadan sudan mevzuları konuşan Amerikalılar, şimdilerde yoğun bir politize ortamın içindeler. Geçmişte Kuzey-Güney çatışması şeklinde tezahür eden iç savaşın, günümüzde diğer ülkelerdeki gibi küreselci-ulusalcı mücadelesine evrildiğini görüyoruz. Hiç kuşkusuz bu çatışmanın sinemada da etkisi büyük. Şimdilik sinemaya küreselcilerin hakim oldukları, sadece Hollywood üretimlerini değil, küresel sinema platformlarını da kontrol ettikleri gözlemleniyor. Bu mücadelenin devamı olarak yapılan filmler gündem oluşturmaya başladı bile. Henüz vizyona girmemiş olsa da, sadece fragmanının internette yayınlanmasıyla tüm dünyada konuşulmaya başlayan filmler var. Sinema, kitle iletişim araçlarından birisi, aynı zamanda da en popüler görsel sanat olma özelliğini sürdürerek, dünyayı etkilemeye devam ediyor. Bize düşen iyi bir izleyici olmak, neyi niçin izlediğimizi bilerek tabii.