Leylâ İpekçi eserlerinde, eğitimi entelektüel birikiminin üstünde öyle bir dil kullanır ki katman katman yüreğinin dehlizlerini aralar. Heyecanı, yorgunluğu, hüznü, aşkı, tevekkülü bazen bir roman kahramanına bürünür, bazen denemelerde can bulur, tavus kuşunun kanadı gibi kat kat kendini açar okuruna ruhsal şölen sunar. Babil’in Asma Bahçeleri gibi adım adım çıktığı basamaklarda durduğu nokta yaşam tecrübeleri, duyguları, yoksunlukları, varlığı her türlü zıtlığı barındırır, hayranlık uyandırır. Sadeliği ilham olur, insanı iç yolculuğa, kâinatı okumaya kavramaya davet eder.
“Yüzünü Herkesten Saklar Gibi” aylardır okurunu bekletti, naz yaptı, gözlerini yollarda koydu. Gün yüzüne çıkan roman, gerçeği yansıtan, toplum ve bireyin kadavra yönlerini sanatsal, derin bir analiz ile incelikle bir nakış gibi işler, kırmadan, dökmeden, ayrıştırmadan… Carl Gustav Jung, “İnsan kendisi için bir muammadır. Bu anlaşılabilir bir şey, zira insan kendisini tanımak için gerekli olan karşılaştırma araçlarından yoksundur.” diyor. İnsan muammasını bir terapi koltuğunda kusursuz psikolojik tahliller ile sunarken, roman kahramanı Yazar Nida Türker ve hayat arkadaşı Mehmet Bey’in hallerine akıp giden sayfalar arasında kara mizah eşlik eder meltem gibi.
Leylâ İpekçi’nin doğup yaşadığı İstanbul, Boğaziçi büyüleyici mekân, çocukluğunun geçtiği sahiller, okuduğu okul, yüzmeyi öğrendiği koy, rıhtım, martılar, balıkçı tekneleri, tanker ve savaş gemileriyle romanda hep hareketli, eski ve yeni anılarını birleştiren yazar İstanbul ile cilveleşir. İç dünyasındaki bilgileri, yaşam tecrübelerini süzüp ustalıkla kahramanlarına yazgı belirler. Sosyolojik, psikolojik, tasavvufi üç disiplin perspektifinden bakarken, tarihin zaman tünelinde kaybolmadan geçmiş ile bugünün yaşanmışlıklarına götürür okurunu.
Edebi eserler sırlı bir alan gibidir. Yazarından okuruna, okurundan yazarına akan kuvvetli bir enerji vardır. Kurulan kelime kardeşliğinin gölgesinde acıların titreşimleri buluşunca depremler kopar sözcüklerde sarıp sarmalar yazar okurunu, okur göz pınarlarından süzülen damlaların eşliğinde dualarla sarılır yazarına. Kalemin sahibi yazdırır, gören göz okur, buluşturana şükredilir, muhabbet bu şekilde kurulur. Her bir eserde yepyeni heyecanla kalpler çarpar, paylaşmanın coşkusunu yaşar. Benlik diye bir şeyin olmadığını kabul eden İpekçi, birlik duygusunu, paylaşmanın kıymetini önemser, îsâr ahlâkına sahiptir. Kendine dost, şehrine dost, ülkesine dost, kainata dost çileli yazar kendi ifadesi ile bir tür “kuş dili” sözcüklerle tasavvuf edebiyatının dilini kullanarak okuru ile dostluk köprüleri kurar, yeni ufuklar açar, kişisel gelişimine katkı sunar.
“Derin bir yalnızlığın içinden yükselerek su üzerine çıktım, kürek sandığım kalem elimde. Aynı su. Billursu ışıltılar dipteki kumlarla ışık dansı yapıyor. Şıpırtılar ile hışırtılar içindeyim, minik devinimlerle süzülürken ufukta kocaman bir güneş yükseliyor. Binyılların güneşi. Öylesine yaşlı. Derken bir dolunay doğuyor suların içinden. Batıdaki güneşle birlikte yeryüzüne iniyor. Doğunca batmayan güneş, batmayan ay olacak bu süper tutulma. Kıyametim kopuyor…”