Bugün gördüğümüz acı tablo, bir kişinin ya da bir dönemin sorumluluğu ile sınırlı tutulamaz. Tanju Özcan’ın 1997 yılında verilen otel ruhsatını öne sürerek suçtan kaçmaya çalışması, olayın çok daha derin bir sistemsel sorunun sonucu olduğunu gizleyemez.
Kültür bakanlığı tarafından Otel ruhsatının verildiği günün üzerinden 26 yıl geçmişken, o tarihten bu yana görev yapan Kültür Bakanları, 5 farklı seçim döneminde seçilen belediye başkanlarının ve onların yönetimindeki belediye ile itfaiye ekiplerinin de aynı sorumluluğu taşıdığı unutulmamalı. Yangının bu kadar büyük bir faciaya dönüşmesinde; kontrol mekanizmalarının devreye girmemesi, yangın merdivenlerinin uygunsuz yerleştirilmesi ve otel dekorasyonunun yangın riskini artıracak malzemelerle donatılması gibi ihmaller zincirinin rolü açıkça görülmektedir.
Bu noktada sorumluluğu sadece bugünün yönetimine yıkmak, kamuoyunu aldatıcı bir kolaycılıktır. Ancak unutulmamalıdır ki, kamu güvenliği bir bütün olarak ele alınmalı ve ihmallerin hesabı gecikmeksizin sorulmalıdır. Tanju Özcan da dâhil olmak üzere, bugünün ve dünden bugüne kadar görev yapan tüm belediye başkanları ve yöneticiler adaletin karşısına çıkartılmalı, sorumluluklarını yerine getirmeyenler cezalandırılmalıdır. İhmaller, insan hayatını hiçe saydığında özgürce yaşayabilme hakkımızı tehdit eder ve toplum vicdanı bunu affetmez.
Bunun yanında, bu yangının ötesinde dikkat çeken bir başka mesele de lüks tüketim anlayışıdır. Bugün bu otelde tek gece konaklamanın kişi başı 30 bin TL olması ve 3 kişilik bir ailenin 3 gece için 270 bin TL ödemek zorunda kalması, insanın vicdanını sıkıştırıyor ve önemli bir soruyu akıllara getiriyor: Böylesine büyük bir harcama gerçekten gerekli mi?
Dünyada milyonlarca insan açlık, yoksulluk ve savaşla mücadele ederken, bir tatil için bu denli büyük bir maddi harcama yapmak, şükrü ve yardımlaşmayı önceliklendiren dini ve ahlaki değerlerimizle ne kadar örtüşüyor?
Kapitalist ve emperyalist sistemler, toplumu kişiler ve aileler üzerinden sıkı bir kontrol altında tutmak için onları tüketim döngüsüne hapsetmektedir. Özellikle okulların ara tatilleri ve yaz tatili dönemlerinde ailelerin kendilerini dışarıya atma ve alışveriş merkezleri ile turistik yerlere akın etme eğilimlerini tetikleyerek, bu sistemin sömürü çarkını daha da hızlandırmaktadır. Evlerde sıkılan, okul ve iş stresinden bunalan kişiler, bu dönemlerde "tüketim" adı altında rahatlama yolları aramaktadır. Ancak bu durum, kapitalizmin planlı bir stratejisinden başka bir şey değildir. Vatandaşın bu doğal eğilimleri fırsata çevrilmekte, tatil adı altında aşırı fiyatlandırmalarla hem ekonomik hem de manevi kaynaklar sömürülmektedir.
İslam’da malın sadece sahibine ait olmadığı, toplumun refahı için de kullanılması gerektiği sürekli hatırlatılır. Bir gece konaklamaya binlerce lira harcanırken, çevremizde yardıma ihtiyacı olan insanlara kayıtsız kalmak, manevi değerlerimizle çelişmez mi? Öyle ki, bu tür lüks harcamaları sorgulamak sadece ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal sorumluluğun, ahlaki dengenin ve şükrün de bir gereği.
Tatil, elbette ki hepimizin hakkı. Ancak bu hakkı kullanırken, vicdanımızı da devreye sokmamız gerekmiyor mu? Büyük lüksler ve aşırı harcamalarla mutluluğun bulunmadığını, insanın esas huzurunun paylaşımda ve dayanışmada olduğunu unutmamalıyız. Toplum olarak yardımlaşma, dayanışma ve bir kuru ekmeğe muhtaç kalan insanlara destek olma bilincini hatırladığımızda, bu sorulara daha net cevaplar bulabiliriz.
Sonuçta, insanın gerçek huzuru ve mutluluğu, sahip olduklarını sadece kendisi için değil, başkalarının faydasına sunabilme erdeminde saklıdır. Bugün otel yangını gibi acı bir olay üzerinde düşünürken, bu olayın bize hatırlattığı en önemli derslerden biri de budur. İnsan, elindekilerle sadece kendine değil, çevresine de ışık olmalı, yoksulun yarasını sarmalı ve her işinde adaleti gözetmelidir. Çünkü unutulmamalıdır ki; dünya ve ahiret saadeti, nimetlerin şükrünü bilenlerle, sorumluluğu yüklenmekten kaçmayanların omuzlarında yükselir.