Dünyamız, adeta bir yangın yerine dönmüş durumda. Savaşlara ve adaletsizliklere müdahale edemediğimiz için çoğu zaman çaresiz hissediyoruz. Geçen hafta ABD Hava Kuvvetleri’nde muvazzaf asker Aaron Bushnell’in Washington DC’deki İsrail Büyükelçiliği önünde kendini yakması, bu çaresizliğin en trajik örneklerinden biriydi. Belki de içine düştüğümüz umutsuzluk karanlığına vücudunu saran alevlerle bir aydınlık sağlamak istedi.
Bu olay, 21 yıl önce 16 Mart'ta ABD'li aktivist Rachel Corrie’nin İsrail buldozerine karşı dururken ezilerek katledilmesi gibi Filistin mücadelesinin sembol anlarından biri olacak kuşkusuz. Ancak şu sıralar derin bir karatmaya maruz bırakılıyor. Bushnell’in kendini yakmadan önceki “Filistinlilerin yaşadıkları yanında önemsiz bir eylem ve artık soykırıma iştirak etmeyeceğim” sözlerini New York Times, Washington Post, CNN, Associated Press ve Huffington Post gibi yayın organları manşetlerine bile taşımadı. “Kendisini yakan bir asker aldığı ağır yaralar sonucu hayatını kaybetti” gibi muğlak ifadelerle olay geçiştirildi. Haber metinlerinde askerin akli dengesinin bozuk olduğu imaları vardı. Hatta Washington Post, üstlerinden övgüler almış askerin "anarşist eğilimleri" olduğunu yazdı. Ana akım medya tarafından karatmaya maruz kalsa da milyonlarca sosyal medya kullanıcısı eylemi canlı yayında izlemişti. Haber ajanslarının başlıklarına taşımadığı “Filistin’e özgürlük” çığlıkları ise çoktan yankısını bulmuştu. Yapılan karartma, haberin yayılmasını engelleyemedi ancak halkın kurumlara olan güvenini bir kez daha sarstı.
Sadece medyanın değil akademinin ve siyasetin de boyunduruk altında olduğu, süslü insan hakları ve demokrasi söylemleriyle kamufle edilemeyecek kadar aşikâr. 7 Ekim’den bu yana ifade özgürlüğünün en konforlu yaşam alanı olarak bilinen Amerikan üniversitelerinde siyonizm karşıtı protestolar düzenleniyordu. Temsilciler Meclisi, anti-siyonizmle anti-semitizmi eşit tutan karar tasarısını hızlıca onaylayarak bu protestoları nefret suçu kapsamına aldı. Böylece Harvard, Pensilvanya ve MIT gibi üniversitelerin rektörleri bu olaylarla ilgili Kongre’de ifade vermek zorunda kaldı. Sonunda “bağışcıların” baskılarına dayanamayan Harvard Üniversitesi rektörü Claudine Gay ve Pennsylvania Üniversitesi Rektörü Liz Magill istifa ettiler.
Dünya barışını temin etmek iddiası güden uluslararası kurumlarda da durum farklı değil. Gazze’de insani ateşkes talepleri Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda üç kez veto edildi. Yasal bağlayıcılığı olan Uluslararası Adalet Divanı’nın İsrail hakkında verdiği karar hiçe sayılıyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü raporlarına rağmen İspanya ve İrlanda dışındaki Avrupa Birliği ülkeleri de İsrail’e koşulsuz destek vermeye devam ediyor.
Tarihte de benzer trajedilere şahit olduk elbette. Batının, özenle inşa ettiği insan hakları söylemlerinin sorgulandığı çok olaylar yaşandı. Sömürgeci devletler, Afrikalı halkları sindirmek için hamile kadınları diğerlerinin gözleri önünde katlediyordu ki yaşadıkları korku ve çaresizlik doğacak bebeklere de sirayet etsin. Böylece nesiller boyu sürecek bir uysallık yaratmayı amaçlıyorlardı. Fakat artık sosyal medya çağında politik doğruculuk bile niyetleri gizlemeye yetmiyor. Terorist saldırılara karşı nefsi müdafa kılıfına rağmen canlı yayınlarla izlenen savaşlarda kimin mezalim içinde olduğu görülüyor. Böylece Batı dünyası insan hakları ve demokrasi söylemleriyle kurduğu ahlaki üstünlük iddiasını hızla kaybediyor.
Gazze’deki mücadele dünya çapında değişim vaadeden bir dönüm noktası gibi görünüyor. Uluslararası hukuka, devletlerarası organizasyonlara hatta kendi devlet kurumlarına inancını yitiren halklar artık adaleti sağlayacak süper kahramanlar da beklemiyor. Tüm dünyanın gözleri önünde cereyan eden bu olaylar sayesinde daha net farkedilen bir gerçek var; “yakarsa dünyayı garipler yakar”.