İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir
Oluklar çift birinden nur akar birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya`nın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!
(…)
Üstad Necip Fazıl Kısakürek Türkiye’de, bu topraklarda kadim medeniyet unsurlarımızın hallaç pamuğu gibi öteye beriye atıldığı kültür, siyaset, vatan, Anadolu karakışında 1949 yılında Ankara’ya gitmişti. Bağlum’da basübadelmevti beklemekte olan üstadı Seyyid Abdülhakim Arvâsî Hazretleri’ni (ks) ziyaret ettikten sonra kara trene binerek İstanbul’un yoluna revan oldu.
Bağrıyanık makinist, Anadolu türküleri tutturmuşken, tren, kasabaların, dağların, ovaların içinden, köylerin, renklerin arasından aheste ilerlerken Üstad’ın mutlak hakikate kapılar aralayan gözleri birdenbire Sakarya nehrine takıldı! Sigarasından son bir nefes daha çekip kompartımanın hafifçe aralık keyfiyetteki penceresini kapattı. Bu kez gözlerini ‘Anadolu’nun saf ve masum çocuğu’ Sakarya nehrine mıhladı! Bu tarihi an onun için aynı zamanda bir murakabe zamanıydı. Hâlet-i rûhiyesi önce Medine-i Münevvere’ye, oradan Malazgirt’e, oradan da Ağa Camii’ne, Kaşgârî Dergâhı’na, ötelere ve ötelerin ötesine... O demde başını ellerinin arasına aldı, dilini damağına dayadı, göz kapaklarını sıkıca birleştirdi ve gönül diliyle Sakarya Türküsü’nü; daha doğrusu destanını yazdı:
Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!
Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.
(…)
Anadolu’nun, gönül coğrafyamızın son iki asrının en mühim şiir ve tefekkür simalarından Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in bugün vefât yıldönümü. Sakarya Türküsü’nün, Kaldırımların Canım İstanbul’un, hâsılı Çile’nin şairinin Hz. Halid beldesinde ebediyet yurduna sırlanışının üzerinden tam kırk bir yıl yıl gelmiş.
Bize iş kadrosunda laf, hamle çapında iş lazım!
O mücerret bir şair değil; aynı zamanda dava ve aksiyon adamı; yazar, mütefekkir; öncü bir maneviyat neferi, kutlu bir yol gösterici; sözünün eri bir insan-ı kâmil.
‘Laf var ki laftır, laf var ki iştir. İş var ki laftır. Bize iş kadrosunda laf, hamle çapında iş lazım' asliyet ve terkip şuuru, Üstadı’n mücadelesini kendi lafızlarıyla ortaya koymaya kâfidir.
Necip Fazıl’ın bu denli halka mâl olması, geniş halk kesimlerince takdir görmesi ondaki adanmış ruhla, samimi, sahici bir varoluşla açıklanabilir.
Üstad Kısakürek hemen hemen tüm şiir otoriteleri tarafından Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en önemli şair, yazar ve mütefekkirlerinden biri olarak gösterilir. Sadece Sakarya Türküsü bunun ispatıdır.
(…)
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.
Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
(…)
Peki, Necip Fazıl Kısakürek niçin bu kadar sevilmiş? İsmi sokaklara, caddelere, mahallelere, eğitim-öğretim kurumlarına kültür merkezlerine hangi mülahazalarla verilmiş? Adına paneller, konferanslar, sempozyumlar düzenlenirken, yüzlerce, bini aşkın şair dururken şiiri doktora ve doçentlik tezlerine neden konu edilmiş? Ard arda sıraladığımız üç suale bir yenisini daha ekleyelim: Necip Fazıl Kısakürek’i döneminin ve günümüz şairlerinden farklı kılan bir özellik olmalı değil mi? Bu keyfiyet salt şairlikle, yazarlıkla açıklanabilecek bir vakıa değil. Kuvvetli bir şiir ve fikir örgüsünün yanında başka şeylere de bakmak lazım.
Davası topyekûn Anadolu ve dahi Ümmet-i Muhammed’di.
Evvelemirde Necip Fazıl içinden çıktığı, yetiştiği milletine sevdalıydı onun dertleriyle dertlenerek hemhâl oldu. Üzüntülerini paylaştı, sevinçlerine ortak oldu. Davası topyekûn Anadolu ve dahi Ümmet-i Muhammed’di.
Dava adamlığı, mefkûresi, mücadelesi ve mücadele azmi ve dahi emaneti kırk bir yıldır yıldır cemiyetimizin tam orta yerinde duruyor.
Şirini nefsânî duygularına âlet etmedi.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek şirini nefsânî duygularına tercüman; en kutlu varlıklarımızı ölçüye, kâfiyeye âlet etmedi.
Necip Fazıl Kısakürek hayatı boyunca din bezirgânlarıyla mücadele ederek lisân-ı hâliyle “Hakk’ın hatırı âlîdir hiçbir hatıra fedâ edilemez” dedi.
Ayağa kalk!
'Demokrasi' denen şeyin henüz pek yeni olduğu, yerli yerine oturamadığı parti teşkilat reislerinin aynı zamanda vali olduğu ‘Milli Şef’ döneminde eli kalem tutanların mütemadiyen havadan sudan, tabiattan, börtü böcekten bahsettiği bir menhus dönemde hakikatleri korkmadan dillendirmesi, Büyük Doğu’da neredeyse bir başına hak, adalet mücadelesi vermesi, şiirlerinde kalabalıkları uyarması/uyandırması, Türkiye bazında bir ümmetin makûs talihine şerhler düştüğü, itiraz kayıtları serd ettiği Sakarya Destanı’nda milletine 'ayağa kalk' diye seslenmesi/seslenebilmesi onu döneminin şair ve mütefekkirlerinden farklı kılan unsurlardan sadece birkaçıydı.
Anadolu irfanı için defalarca tevkif edilmesi, mahpus damlarında çile çekmesi onun gayret ve mücadele azmini artırmıştır:
(…)
İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
(…)
Uslanmaz muhalif ve Milli Şef karikatürü
Necip Fazıl, muhalifleri nezdinde 'uslanmaz' bir muhaliftir. Doğruları canı bahasına da dile getiren, zalimlerin zulmünü yüzlerine karşı korkmadan haykırabilen bir muhalif… Medeniyetinin kökleriyle ilişiğini kesen zihniyete karşı, bozuk sisteme karşı bir muhalif...
1990’lı yılların başına, Cağaloğlu’na gidiyoruz!
1990’lı yılların başına, Cağaloğlu’na gidiyoruz; Cağaloğlu karışık bir yer, ama biz Cağaloğlu’nu iyi biliyoruz!
Gazetelerin, dergilerin mekânları hâlâ Cağaloğlu’yken, 1990lı yılların başında küçük bir arkadaş grubumuzla birlikte Tepe Edebiyat Sanat mecmuasını neşrediyoruz. Mecmuanın her yeni sayısıyla birlikte soluğu, matbaa mürekkeplerinin hoş kokusunun sokaklar aralarında dolaşıp durduğu Cağaloğlu’nda alırdık. O dönemlerde Necip Fazıl’ın arkadaşlarının, Büyük Doğu’da yazan-çizen ekibin bir kısmı yazı-çizi nöbetini biiznillah sürdürüyordu. Bir Gürbüz Azak ziyaretimizde, Türkiye gazetesinin meşhur karikatüristi Nezih Bey, Üstad’a ait hatıralarını şöylece nakletmişti:
Necip Fazıl, Milli Şef’ten hiç korkmadı!
'O dönemde genç bir karikatüristtim. Necip Fazıl, Milli Şef’ten hiç korkmaz, var gücüyle mücadele ederdi... Bir gün yolsuzluklardan kinâye sadedinden kahkaha atan bir çuval resmetmemi istemişti... Açıkça yazmak tehlikeli bir durumdu. Bir başka gün de ağlayan, inleyen bir koltuk resmetmemi istemişti. Malum, hükümet çevreleri yazıları sansürlüyor, hakikatlere karikatür diliyle işaret etmeye çalışıyorduk...’
Arz ettiğimiz üzere bu toprağın insanları Necip Fazıl Kısakürek i sevdi, benimsedi. Sevgi, aidiyetle ilgili bir husus. İnsanlarımız, Necip Fazıl’da kendilerini buldu, onda, davalarını, hasretlerini, dertlerini gördü, kendini buldu. Bunda mütefekkirin halk adamı olmasının önemli bir yeri var. O fildişi kulesinde kalmadı, Sakarya nehrinin suyunun toprakla, çamurla bütünleşmesi misali halkıyla kucaklaştı. İzmir’e, Maraş’a, Konya’ya, Erzurum’a, Tarsus’a, Burdur’a, Kırıkkale’ye, Van’a, Gaziantep’e, Kayseri’ye, İzmit’e, Eskişehir’e konferanslara gitti. Halkla sohbet etti, hasret giderdi, kaynaştı, şiirlerini okudu.
(…)
Sakarya, saf çocuğu, mâsum Anadolu`nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader
(…)
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Necip Fazıl’ın meşhur konferansları Allah’ın inayetiyle milletin başlangıç ayarlarına dönmesine vesile oldu. Üstad, Allah’ın dilemesiyle üçüncü bin yılın başlarında Anadolu toprağını mayalayanların arasına katıldı. Böylelikle halkla bütünleşti, adı-sanı köylere, kasabalara kadar ulaşarak, çiftinin, mahallelinin, kahvehanedeki insanın gündemine girdi.
Hamle çapında işler yaptı.
NFK, 79 yıllık hayatında hamle çapında işler yaptı... Geriye her biri kendisi için sadaka-i câriye, amel-i sâlih olan yetmiş küsur eser bıraktı.
Şiiri, nesriyle yarış halindeydi.
Şiiri, nesriyle yarış halindeydi. Necip Fazıl için nesri ‘şiirinin gölgesinde kaldı’ şeklinde bir tesbitte bulunsak sezadır. Çünkü edebiyatçının içtimai hayata yönelik fikirlerini şiiri gölgeledi. O aslında sadece şiire değil düz yazıya da estetik bir ruh keyfiyeti kazandırdı.
Edebiyatın hemen her türünde eser verdi.
Necip Fazıl edebiyatın tüm türlerinde eser verdi. Şiir, hatıra, makale, inceleme, roman, hikâye, tiyatro, piyes...
Hemen hemen tüm eserlerinde içten içe büyüyen bir öfkenin hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte az önce de işaret ettiğimiz şahsî öngörümüzü kısmen tashih ederek Necip Fazıl’ın şirinin nesriyle, nesrinin şiiriyle yarış halinde olduğunu söylemek de mümkündür.
Büyük Doğu ideali!
Necip Fazıl Kısakürek 1945 yılında Büyük Doğu dergisini çıkarmaya başlayarak, uzun yıllar yayın hayatını sürdüren bu mecmuada, fikir ve aksiyon zemini kurdu, Büyük Doğu aracılığıyla Türk halkına seslendi, Anadolu’muzun tasavvuf neşesini, dini duygu ve düşüncelerini bu dergide okurlarıyla paylaştı.
Arz ettiğimiz üzere memleketimizin pek çok yerinde konferanslar veren şairin Büyük Doğu mecmuası aynı zamanda bir mektep hüviyetine bürünerek pek çok yazarın yetişmesine zemin teşkil etti.
Necip Fazıl Kısakürek’in şiirinde hudayinabit, güçlü bir yön, üstün bir şairlik kumaşı vardı. Şair, şiirini aşkın bir algılama sorunu ve mutlak gerçeği, yani Allah’ı arama yolunda sonsuz bir uğraş olarak gördü... O, kökü mazide olan güçlü bir dil yapısına sahipti.
Çile sahibi şair, içtimai konuları referans olan mistisizm temayüllü şiirlerinde arayış içerisinde bocalayan günümüz insanın bunalımlarını konu edinerek Türk şiir iklimine gizem rüzgârı taşıdı:
(…)
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!
Bohem hayatı sonrası Gönüller sultanı Seyyid Abdülhakim Arvâsî (ks) ile tanışması.
Necip Fazıl Kısakürek, 1925’te ilk şiir kitabı olan Örümcek Ağı’nı; 1928 yılında Kaldırımlar’ı ardından da üçüncü şiir kitabı olan Ben ve Ötesi’ni çıkardı. 30 yaşına yani 1934 yılına kadar kendi ifadesiyle 'bohem' hayatı yaşadı. Bu dönem içerisinde yazdığı şiirlerinden bazılarını ya tamamıyla reddetti, ya da o şiirleri/kitapları sahiplenmedi ya da şiirleri üzerinde düzenlemeler yaptı.
1934 yılında çalıştığı bankadan Boğaziçi’ndeki evine dönerken vapurda karşısına oturan Hızır tavırlı bir adam, ona Abdülhakim Arvâsi Hazretleri’nden söz etti. Şairin, Eyüpsultan civarında yaşayan bu zatla tanıştıktan sonra hayata bakışı, sanat anlayışı değişti.
‘Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum/Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum’ mısralarıyla önceki yaşantısının kendisi için hiçbir şey ifade etmediğini, şöhrete ulaşmasını sağlayan, tüm edebiyat çevreleri tarafından övgü dolu sözlere ve yazılara boğulduğu o dönemin boşa geçirdiğini ifade etti.
Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Böylelikle 30 yaşından itibaren tasavvuf şairi kimliği öne çıktı. Bilindiği üzere tasavvuf şairleri dil, din, ırk ve sınıf farkı gözetmeksizin herkesi hak din olan İslâm’a davet eder. Bu cümleden olarak Necip Fazıl’ın şiir ikliminde de tebliğ ve uyarı önemli bir yer tuttu. Bundan sonraki dönemlerinde hayat istikametinde din ve tasavvuf felsefesi hâkim oldu. Tohum, Bir Adam Yaratmak, Künye, Reis Bey gibi edebiyat çevrelerince çok bilinen tiyatro eserlerini böylelikle kaleme aldı. Çünkü hayatının artık yepyeni bir yönü vardı. Destan başlıklı şiirinde.
(…)
'Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden,
Çekiyor tebeşirle yekûn hattını âfet
Alevler içinde ev, üst katında ziyafet..!'’ şeklindeki haykırışlarıyla manevi bir uçurumun kenarına itilen gençleri ve dahi insanımızı eserleri ve fikirleri ile hakikate yöneltmek istedi. Gençliğe Hitabesi’yle yarınları inşa edecek genç kuşakları İslami bir hayat tarzını yaşamaya teşvik etti.
Üstad’ın ruhuna Fatiha’lar okuyalım.
Asırlar sonra Bâkî’nin ‘Sultan’uş Şuara’ unvanına ortak olan Üstad Necip Fazıl Kısakürek’i vefâtının kırk birinci sene-i devriyesinde hayır, minnet ve rahmetle yâd ederken, bu satırların değerli okuyucularından merhumunun ruhuna bir Fatiha, üç İhlâs-ı Şerif hediye etmesini istirham ediyorum.