Bütün ömrünü Türk milletinin milli ve manevi değerlerine adayan, haksızlık karşısında yılmayan Osman Yüksel Serdengeçti’yi en son Cağaloğlu’nda bir yayınevinde görmüştüm. O sırada bir yandan önüne konan çayı karıştırıyor, diğer yandan ünlü esprilerinden birini daha yapıyordu: 'Bakın, şimdi çayını karıştıramayan bu el, bir zamanlar bütün memleketi karıştırıyordu.'
Lise, hatta ortaokul yıllarımızda yolumuzu aydınlatan ışıklardan biri de merhum Osman Yüksel ağabeyimizdi. 'Serdengeçti'ye ulaşmak için haftaları iple çekerdik. Ama bu derginin çıkışı hiçbir zaman düzenli olmazdı. Merhum 'Açın kapıları Osman geliyor!' diyerek hapishaneye girer girmez, tabii ki dergi de yayınına ara vermek zorunda kalırdı. Serdengeçti mecmuası böyle bir yöntemle ancak otuz üçsayı çıkabildi. Nitekim kendisi de 'Biz, bir çıkarız, pir çıkarız. Serdengeçti sayıyla değil, tuşla galip gelir!' derdi.
Osman Yükse Bey, bizim nesli etkileyen önder şahsiyetlerin başında gelmektedir. Bir nesli nasıl mahvettiklerini onun aynı adı taşıyan kitabından öğrendik. Bankayı mabed, parayı mabut haline getiren Batı medeniyetinin sonunda Ankara’yı nasıl 'Mabetsiz Şehir' yaptığını bize o anlattı. 'Bir Fakültenin İçYüzü'nü öyle teşhir etti ki, bu iğrençmanzara karşısında iliklerimize kadar donup kaldık. 'GülünçHakikatler'i okurken kimi zaman güldük, kimi zaman ağladık.
Osman Yüksel Serdengeçti bütün hayatı boyunca dünya zevki namına bir şey tatmadı. Süslü püslü elbiseler giymedi. Nefis yemekler yemedi. Biz de köşeyi dönelim demedi. Mukaddes değerlere savaş ilan edilirken, ters istikametlere koşar adım gidilirken, o ilk gençlik yıllarının heyecanıyla aslanlar gibi kükredi. Hakka tapanların, halkı tutanların serdengeçtiliğini yaptı. Çıkardığı dergiyle adı özdeş hale geldi. Yıllar boyu ilmik ilmik çile dokudu, bin bir sefalet içinde okudu. Ülke çapında uygulanan maneviyat katliamına şahit oldu. Bir milletin evlatlarının nasıl dinsizleştirildiğini, hangi yöntemlerle densizleştirildiğini olanca feci manzaralarıyla gördü. Bütün bu facialar karşısında susmadı, susturulamadı. Hiçbir zaman haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmadı. Daima mazlumun, mağdurun, ma’lulün yanında yer aldı. Babası bile olsa haksıza haddini bildirdi. Mebus olacakken mahpus oldu. İki yakasını bir araya getirmek için bile kravat takmadı, dünya nimetlerinin yüzüne bakmadı, kalbine vatan sevgisinden, millet duygusundan başka bir düşünce sokmadı.
Devrin başbakanı çok ısrar edince kravatı beline bağladı ve bu vaziyette meclise gitti. Ancak kapıda polislerin engeline takıldı. Antalya milletvekili olduğunu ispat edene kadar akla karayı seçti. Meclis’e döner kapıdan girildiğini görünce ‘Burada döneklik daha kapıda başlıyor!’ demekten kendisini alamadı. Niçin kravat takmadığını soran milletvekillerine 'Biz boynu yularlı, cebi dolarlı insanlardan değiliz.' diye cevap verdi.
Ankara’da bir apartmanın bodrum katında büro açtı. Burada etrafa ışık saçtı, ama kendisi her zaman alayişten, gösterişten kaçtı. Her sayısı bomba gibi patlayan Serdengeçti’yi burada çıkardı. İnsanlar Serdengeçti’yi okuyarak kendilerinden geçtiler. Dergi piyasaya çıktı, yazarı hapse girdi. Serdengeçti Neşriyatı adı altında çeşitli yayınlar yaptı. 'Mabetsiz Şehir'i hazırladı. 'Bir Nesli Nasıl Mahvettiler', 'Şeyh Şamil', 'Mehmet Akif ve Mevlana', 'Ayasofya Davası', 'Peygamber Kahraman Muhammed', 'Kanuni Devrinde Bir Sefirin Hatıraları', 'Beynelmilel Yahudi' adlarıyla bir takım eserler bastı.
Heyecanlı konuşmalarıyla milliyetçi, maneviyatçı gençliğin hamurunu yoğurdu. Yeri gelince arı kovanına çomak sokmaktan, millet düşmanlarına hain hain bakmaktan, selam vermeden uçan kuşun yuvasını yıkmaktan çekinmedi. Millet olmanın asaletini yaşadı, vekaletine o kadar önem vermedi.
Başında kalpakla odasına girdiği devrin içişleri bakanının ikazı üzerine: 'Beyefendi! Benim kalpakla uğraşacağına, dışarıdaki kaltaklarla uğraş!' demekten çekinmedi.
Ömrünün son günlerinde Parkinson hastalığına yakalanıp elleri titremeye başlayınca, yine espri yapmaktan vazgeçmedi ve merhum Türkeş’e 'Verdiğin emirlere bir ben sadık kaldım. Ey Türk, titre ve kendine dön, dedin. O günden beri titriyorum, fakat bir türlü kendime dönemiyorum!' şeklinde sözler söyledi.
1950 yılında o zamanki Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, Hacc’a gitmek istedi. Ancak o yıl seçim yılı olduğu için İnönü, Hacc’a gitme işini bir sene ertelemesini istedi. Ve başkanlık makamına bir araba verildi. Bunun üzerine Hoca’nın hemşehrisi olan Serdengeçti şunları yazdı: 'Allah’ın emri mi mühim, İnönü’nki mi? Allah gel diyor, İnönü gitme diyor. Siz hangisine uyacaksınız? Hem Azrail’le anlaşmanız mı var ki, seneye gideceğinizi söylüyorsunuz? Hoca Efendi, Sırat Köprüsü’nü sana verilen bu makam arabasıyla mı geçeceksin? Bırak bunlara uymayı!'
Gerçekten de Serdengeçti’yi Allah konuşturmuştu. Ahmet Hamdi Akseki 1951 yılına ertelediği haccını yapamadı, çünkü ömrü vefa etmedi.
Biliyor musunuz? Serdengeçti son nefesini verirken bile nükte yaptı ve 10 Kasım’da öldü.
Merhumun yaşlılık şiiri:
Artık iş kalmadı yarenler bizde
Tökezler olduk yazıda düzde
Şairdik, hatiplik, yazardık sözde
Ekmeği yemeye ağızda diş yok
Dedik ya efendiler bizde iş yok
Bir secdeye varsam başım dolanır
Ne yesem, içsem midem bulanır
Bütün dertler birbirine ulanır
Yuvamız bomboş uçacak kuş yok
Hayra yorulacak hayal yok düş yok
Sağ yanım titriyor, sol yanım tutmaz
Nabzım tekler durur muntazam atmaz
Ayağım bir türlü ileri gitmez
Ağzım her an kuru gözümde yaş yok
Artık bundan böyle bizlerde iş yok
Yaşıtlarım birer birer ölüyor
Yeşil yaprak kara toprak oluyor
Azrail de başucumda soluyor
Üstüme dikmeye ağaçyok, taş yok
Arkamdan vermeye yemek yok, aş yok.