“Vefa bir semt adıymış” deriz bizi arayıp sormayan dostlara . Vefa bir semt adından çok öte arayıp bulmamak mümkün müdür?
Fatih’in tarihî bölgesi olan Eminönü sınırlarında ve Şehzadebaşı ile Süleymaniye külliyeleri arasında bulunan semtin adı, Fatih döneminde burada yaşayan ve kendi adını taşıyan külliyesiyle tanınan, 15. yüzyıl sonu velilerinden Şeyh Vefa’dan gelir. Konya’da dünyaya gelen ve asıl adı Mustafa bin Ahmed olan veli, Şeyh Vefa ya da İbnü’l Vefa mahlaslarını kullanır. Tarihi Bizans’a kadar uzanan Vefa semtinin o dönem ismi Sphorakios’tur.
Yaşayan Osmanlı ruhu Vefa, sadece sur içi anıtsal yarımada değil, tüm İstanbul’un tarihi en derinden içine çekebileceği, insana nefes olan bir semttir. İki büyük tarih alanının ortasında ahşap evleri, küçük cami ve medreseleri, sıbyan okulları, çeşmeleri, tarihî Vefa Lisesi ve bozacısı ile çok değerli otantik bir yerleşimdir. Tarihi semtten adını alan Vefa Lisesi, bir zamanlar Mütercim Mehmet Rüştü Paşa’nın konağı idi. 19. yüzyılda birkaç kez sadrazamlık görevinde bulunmuştu.
Semtin orta yerindeki Vefa Camisi yıllar içinde yenilense de ilk yapıldığı yıllardan kalan bazı parçalarını, çilehanesini muhafaza eder. Lise yakınlarında Şehit Ali Paşa kütüphanesi, Ekmekçizade Ahmet Medresesi, Molla Hüsrev Camisi, Recai Efendi Sıbyan Mektebi ve sebili, Helvai Dede Tekkesi semtin önemli eserleridir.
Bizans döneminin önemli yapılarından biri olan Vefa Kilise Cami /Molla Gürani Camisi kiliseden camiye çevrilmiştir. Yaklaşık 1100 yıllarına tarihlenmektedir. Dört sütunlu kapalı haç planlı yapının kime ithaf edildiği, kesin tarihi hakkında belirsizlikler vardır. Palailogoslar döneminde eklemeler yapılmıştır. İstanbul’un fethinden sonra camiye çevrilen kilisede pekçok değişiklik yapılmıştır. Osmanlı mimarisinin dokunuşları görülmeye değer.
Sonbahar öğleden sonralarından bir zaman diliminde, kentten şehre geçiş yapmak isteyenlerin ilk durakları Vefa olmalıdır. Kentin keşmekeşinden şehirde yaşadığınızı hissettiren yumuşak bir geçiş alanıdır. Mahalle aralarına adım atınca bir tatlı huzur eşlik eder. Vefa Hazretlerini ziyarete gelenler, öğrencilerin hareketliliği, her bir köşede tarihten izler, renklerin âhengini yaşatır. Bozacısı, leblebicisi, helvacısı, gazozcusu , seramik mağazaları, kitapçısı ile özlenen esnaf kültürüne şahitlik etmek de hoştur. Bisküvi arası lokumlar, beyaz gofretler, gazozlar, renkli topaçlar, gazoz kapakları, rengârenk şişeleri ile her bir nesne panoramik çocukluk albümünüze dokunmuş gibi hissettirir.
Eski İstanbul kış gecelerinde mahalle aralarında “bozaaaa” sesine rastlamak şu an mümkün olmasa da 1876 yılında Hacı Sadık Bey tarafından kurulmuş olan Tarihi Vefa Bozacısı’nın kapıları açıktır.
Semtin simgesi olmuş Tarihi Vefa Bozacısının kuruluşu 1870 yılına dayanır. Arnavutluk Prizren’den 1876 yılında İstanbul’a yerleşen Hacı Sadık Bey, o yıllarda bozanın sulu kıvamlı, esmer, ekşi lezzetli hâli ile şehir halkından iki yüze yakın esnaf tarafından yapılıp satıldığını görür. Farklı bir yöntemle koyu kıvamlı, açık sarı renkli, çok hafif ekşimsi lezzeti yakalayıp bugünkü boza markasına imza atar. Evinin altında kendi imkânları ile ürettiği bozasını,altı yıl boyunca kış gecelerinde, saray ve çevresinde omzunda taşıdığı bakır güğümü ile dolaşarak tanıtır. Zamanla her köşe başında sabırsızlıkla beklenmeye başlayan Hacı Sadık Bey bu durumdan cesaret bulup, 1876 Eylül ayında “Vefa Bozacısı” olarak, boza ürününün dünyadaki ilk resmi ticarethanesini açar. İstanbul’un kadim lezzetlerinden boza yerini korumaya devam ederken, turistler tarafından büyük ilgi görmekle beraber sınırları aşmıştır. 1922 yılında kurulan Tarihi Vefa Leblebicisi’nden sıcacık taze kavrulmuş leblebileri alıp bozacıya geçmek usüldendir. Tarçın, sıcak leblebi kokusu birbirine karışırken günümüz dünyasında kardeşliği, komşuluğu yaşatan, birbirinden ayrı düşünülemeyen leblebici ve bozacı dükkânlarının varlığı da müstesnadır.