Ünlü gazeteci Münir Süleyman Çabanoğlu ve Bediüzzaman Said Nursi

Abone Ol

Şehzadebaşı denilince benim aklıma ilk önce İstanbul’un ortası geliyor. Asıl İstanbul sur içi olduğuna göre İstanbul’un ortasını belirleyen işaret taşıda, Şehzadebaşı Camii ile Damat İbrahim Paşa Camii arasında, Vefa’ya doğru giden yolun hemen başında bulunuyor. Yarısı toprağa gömülü olan bu mermer granitin şehrin göbeğini belirlediğini, Malik Aksel, aynı adı taşıyan kitabında dile getiriyor.

İstanbul’un selatin camileri arasında önemli bir yeri olan bu tarihi mabed, öteden beri Mimar Sinan’ın çıraklık eseri diye de isimlendiriliyor. Ayrıca cihan hükümdarı Kanuni, bu muhteşem mabedi genÇyaşta vefat eden şehzadesi Mehmet için yaptırdığı biliniyor. Şehzade Camii’nin zarif minarelerine dikkatli gözlerle bakanlar, gövdelerinde yer alan ve padişahın duyduğu hüznü dile getiren işaretleri de derhal görürler. Bu güzel minareleri süsleyen ve aşağı doğru sarkan dolgun ve olgun üzüm salkımlarının, Kanuni’nin gözyaşlarına işaret ettiği söyleniyor.

Her İstanbul sevdalısı gibi ben de Şehzade Camii’ni defalarca ziyaret ettim ve epeyce namaz kıldım. Bilmem ki söylemeye gerek var mı, camilerin asıl süsü, cemaatinin kalabalık olmasıdır. Bizim gençlik yıllarımızda, Şehzade Camii, haftada bir gün de olsa ‘Cuma namazlarının dışında’ dolup taşıyordu. İstanbul’un meşhur vaizlerinden merhum Feyzullah Değerli’nin vaazları büyük bir ilgi görüyor, hoca efendi daha kürsüye çıkmadan içeride oturacak yer kalmıyordu. Keza kürsüye ve ses kayıt cihazlarını yerleştirmek için cemaat arasında heyecanlı bir yarış başlıyordu. Merhum o davudi sesiyle önce bir aşr-ı şerif okuyor, arkasından da vaaza başlıyordu. Kalabalık cemaat arasında için için ağlayanlara, hatta bayılanlara benim de rastlamışlığım vardır.

Eski İstanbul’un en işlek, en hareketli semtlerinden biri olan Şehzadebaşı, aynı zamanda bir eğlence merkeziydi. Meşhur Direklerarası da burada bulunuyordu. İşte bu Direklerarası özellikle Ramazan aylarında tam bir panayıra dönüşüyordu. Edebiyatçılarımızın birçoğu, hatıralarında burada yapılan eğlencelere yer veriyorlar. Mesela Ahmet Rasim, Refi Cevat Ulunay ve Halit Fahri Ozansoy bunlardan sadece birkaçını teşkil ediyor. Letafet Apartmanı’yla, Vezneciler Hamamı’yla, Damat İbrahim Paşa Külliyesi’yle, Yürüyen Dede Türbesi’yle tam bir tarih meşheri olan Şehzadebaşı, daha sonraki yıllarda tiyatroları ve sinemalarıyla da neredeyse eğlencenin merkezi haline geldi. Bin dokuz yüz yetmişli ve seksenli yıllarda sinema sayısı daha da arttı. Orhan Veli’nin dediği gibi, İstanbul’un orta yeri sinema oldu. Son zamanlarda, bu sinemalardan bazıları üç-dört filmi peş peşe oynatıyorlardı, sabah girip akşam çıkanlar bile oluyordu.

Burada, Ferah Tiyatrosu, Turan Tiyatrosu adıyla iki de tiyatro binası bulunuyordu. Bunlardan birine ben bile yetiştim. Vezneciler’den Fatih’e giderken caddenin sağında bulunan bu tiyatro binalarından biri, yakın zamanlara kadar yerinde duruyordu. Bir gün oradan geçerken yerinde yeller estiğini gördüm. Bu tarihi eser kim bilir hangi gerekçeyle yok edilmişti.

Bir gün kütüphanemdeki evrak-ı perişanı karıştırtırken yıllar önce, daha doğrusu Tokat İmam-Hatip Okulu’nda okurken bir gazeteden kesip sakladığım önemli bir yazıyla karşılaştım. Ü nlü gazetecilerimizden Münir Süleyman Çapanoğlu’nun kaleme aldığı bu yazı beni ister istemez adları geçen tiyatro binalarının dolup taştığı yıllara götürdü. 'Bediüzzamanı nasıl tanıdım?' başlığını taşıyan bu makalede, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra Şehzadebaşı’ndaki Ferah Tiyatrosu’nda meydana gelen bir olay anlatılıyordu. Münir Süleyman Çabanoğlu, o zamanlar gençbir delikanlı olan Bediüzzaman Said Nursi’nin kavga eden iki grubu nasıl yatıştırdığını bize, kendine mahsus üslubuyla naklediyor. Sözü daha fazla uzatmadan özel arşivimde yer alan bu yazıyı aşağıya iktibas ediyorum.

'En kıdemli gazetecilerimizden biri olan Münir Süleyman Çabanoğlu, Sultan İkinci Abdülhamid devrini, İkinci Meşrutiyet hengâmesini ve ondan sonra gelen devirleri bizzat yaşamış, görmüş bir fikir adamıdır. Son olarak neşrettiği Türkiye’de Sosyalizm Hareketleri ve Sosyalist Hilmi adlı kitabında son elli, altmış yıllık tarihimize ait bilinmeyen hatıralar mevcuttur. Adı geçen kitaptan Bediüzzaman Said Nursi ile ilgili bir parçayı aşağıda okuyacaksınız: Vak’a İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra Şehzadebaşı’ndaki Ferah Tiyatrosu’nda geçmektedir. Mizan gazetesinin sahibi Murat Bey’in verdiği konferansta kargaşalık çıkmıştır. Birden dinleyiciler içinden biri ortaya çıkar ve galeyana gelen halkı yatıştırır. Bu, Bediüzzaman’dır. Şimdi hadiseyi Çapanoğlu’ndan dinleyelim:

Murad Bey, konferansı yarıda bıraktığı halde, gürültü patırtı, şamata hâlâdevam ediyordu. Tiyatrodan çıkan olmuyor, hatta öyle hareket eseri bile görünmüyordu. Grup grup münakaşalar cereyan ediyordu. Arada itişmeler, kakışmalar, yaka tutmalar da oluyordu.

İşin bu dereceyi bulmuş olmasına ve tiyatroyu süvari erlerinin sarmış bulunmasına rağmen, ilgili kimseler içeriye girip halkı sükuta, itidale davet etmediler. Tiyatroyu boşaltmak ve halkı dağıtmak gibi bir hareket de olmadı.

Bu arada kalabalığın arasından biri, koltuklardan birine gayet çevik bir hareketle sıçradı. Kıyafetlerinden Kürt olduğu anlaşılıyordu. Külahlı, şalvarlı, ipek mintanlı, mintanının düğmeleri gümüş savatlı, beli kuşaklı idi. Ayaklarında çizmeler vardı. Elinde gümüş saplı bir kamçı, kuşağının arasında kabzası gözüken gümüş kaplamalı bir kama vardı.

Gençti, esmerce idi. Bıyığı siyah ve dolgundu hafif tertip yukarı doğru bükmüştü.

Konuşmalar, bağrışmalar devam etmekle beraber ona bakanlar da çoktu. Bu adam kimdi? Koltuğun üzerine neden sıçramıştı?

Deli miydi bu?

Bir şey mi konuşacaktı?

Kıyafeti dikkati çektiği için, bu adamın bir şeyler söyleyebileceğine inanmıyorlardı. Bu çizmeli, külahlı, alaca kuşaklı adam ne konuşabilirdi?

Bundan ötürü herkes hayretle ona bakıyordu. Fakat hayretleri çok sürmedi. Gür bir sesle:

Yâeyyühel müslimin, diye söze başladı. Ve konuşma hürriyetine saygı göstermek lazım geldiğini, bir hatibin sözünün kesilmesinin ayıp ve hele terbiye sınırlarının dışına çıkmanın ise meşrutiyet ve hürriyeti yeni ilan etmiş bir ulus için utanılacak bir hareket olduğunu, Müslüman dininin fikre saygı göstermeyi emrettiğini anlattı. Sözlerini, ayetlerle, hadislerle süsleyerek, İslam tarihinden örnekler vererek, Hazreti Muhammed (SAV)’in müşaverelerini, münakaşalarını, irşadkâr sözlerini ve hutbelerini şahit tutarak anlattı. Ve nihayet terbiye ve nezaket dairesinde dağılmalarını tavsiye etti.

Güzel konuşuyordu. İnandırıcı bir anlatışı vardı. Bugünkü anlama göre tam bir hatip, bir konferansçı idi.

Kimse ne itiraz etti ne de gık dedi. Biraz evvel bağıranlardan, ortalığı yaygaraya verenlerden hiçbiri ağzını açamadı. Şirretler, külhanlar, küçük beyler, fiyakacılar bile; Hepsi süt dökmüş kedi gibi tiyatrodan çıkıp dağıldılar.

Kısa bir hitabeden sonra, o azgın ve garazkâr grubu yola getiren bu temiz kıyafetli, ipekler içindeki adam kimdi?

1960 yılı Mart’ının 28’inde vefat eden Bediüzzaman Said Nursi idi bu adam!

O zaman kapkara bıyıklı, atik, çevik bir delikanlı olan Said Nursi’yi, ilk defa bir birine giren iki parti mensuplarını yola getirip dağılmalarını sağladığı bu tiyatroda tanıdım;

***

Ârif Nihat Asya hassasiyeti

Lisedeki edebiyat hocam Mehmet Ali Candar’dan dinlemiştim. Öğrencinin biri, imla kurallarını, özellikle noktalama işaretlerini hiçbilmiyormuş. Bu cehaletinden kaynaklanan sıkıntıyı, daha çok kompozisyon derslerinde yaşıyormuş. Yazılılardan ‘tabii ki ‘hep zayıf alıyormuş. Bir gün bu zayıflardan kurtulmak için kendine göre bir çare bulmuş. Yine bir kompozisyon imtihanında, hiçbir noktalama işareti kullanmadan kâğıdı doldurmuş. Alt tarafına da bir çizgi çektikten sonra bütün noktalama işaretlerini sıralamış. Sonra, 'Marş, marş, herkes yerine; ' diye yazmış.

Esefle belirtelim ki, imla kuralları ve noktalama işaretleri konusundaki vahim yanlışları, bugün anlı şanlı köşe yazarlarının yazılarında bile görülüyor. Ayrı yazılması gereken (-de), (-da)’ları birleştiren, birleştirerek yazılması icab eden aynı (-de), (-da)’ları ayıran profesörlere bile rastlıyoruz. Hele bir (-ki) bağlacı var ki, onu da yanlış kullananların ne kadar çok olduğunu görüyoruz, biliyoruz. Hocaları, yazarları bir tarafa bırakın, eskiden böyle bir imla yanlışı yapan bir ortaokul öğrencisi bile öğretmeninden geçer not alamazdı.

İşte bir örnek:

Kubbealtı Akademi Mecmuasının 176. sayısında bir mülakatı yayımlanan Aydın Yüksel Bey, hocası Ârif Nihat Asya’dan bahsederken onun imla konusundaki titizliğine de vurgu yapıyor. 'Talebeleri ile arası nasıldı?' sualine şu cevabı veriyor: 'Çok iyiydi ama bir 'ki', bir 'mi' veya 'de' yüzünden sıfır atardı. Hani, bitişik mi, ayrı mı yazılır meselesi yüzünden; '

Bir gün, Emre Aköz’ün Sabah gazetesindeki yazısını okurken dikkatimi çekti. Yazar, 'Cumhuriyet Çuvalı' başlıklı köşe yazısına şöyle başlıyor:

'Türkçeyi en iyi kullanan kesimlerden biri de kurumsallaşmış reklam ajanslarıdır. Zaten tartışmalı olan bazı kelimeler haricinde, metinleri doğru Türkçeyle yazarlar. Dün gazetelerdeki Cumhuriyet’in 92’nci yılı reklamlarına göz gezdiriyordum. Baktım, büyük ve köklü bir görüntü ‘ses firmasının ilanında, ‘tabii’ kelimesi ‘tabi’ şeklinde yazılmış. En az dört denetleme aşamasından geçen bir metin bile böyle yayınlanabiliyorsa, geçmiş olsun.'

Belki diyeceksiniz ki, bu kelimeyi iki (i) ile yazmak çok mu önemli? 'Tabii' ki çok önemli. Çünkü tek (i) ile yazarsanız 'tabii' haliyle yazmamış olursunuz, o zaman da 'tabii' ki anlam değişmiş olur. Düzgün yazmak ve doğru telaffuz etmek için 'tabii' ki Osmanlı Türkçesine vâkıf olmak gerekiyor. Mesela, ben bu cümlede geçen 'vakıf' kelimesindeki 'a' harfine şapka giydirmeseydim, o zaman mânâdeğişecekti. Demek ki, 'Vakıflara ait bilgilere vâkıf olabilmek için Osmanlı Türkçesine vukûfiyet gerekiyor.'

Osmanlı Türkçesi’ni konu alan lügatlere bakıldığı zaman bu 'tabii' kelimesinin altı yedi anlamda kullanıldığı görülür. Mesela, 'Misalli Büyük Türkçe Sözlük'de 'tabiiye', 'tabii', 'Tâbiin', 'Tâbiun', 'Tebe-i Tâbiin', 'Tabiiyat', 'tâbi', 'tabiiyyû n' kelimeleri misallerle izah ediliyor.

Müsaade ederseniz bunlardan birini, Muallim Naci’nin 'Lügat-i Nâci'sinden nakledeyim:

'Tâbiin: Ashab-ı Kiram zamanında yetişip, meclislerine dahil ve onların ahval-i şerifesini nâkil olan zevat-ı muhtereme. Üveysü’l-Karâni, kibar-ı tâbiinden olup Sıffî n’cenginde taraf-ı Murtazâvi’den bulunduğu halde ihrâz-ı rütbe-i şehadet etmiştir.'