Şu günlerde 7 yıl önce Rus Büyükelçisi Karlov’a düzenlenen suikasta dair yeni belge ve bilgilere ulaşıldığına dair haberler basını meşgul ediyor. Biz de yakın tarihe ışık tutması bakımından bundan 81 yıl önce Ankara’da düzenlenen bir başka büyükelçiye yönelik suikast girişimini hatırlatmak istedik.
İkinci Dünya Savaşı yılları… Türkiye, Almanya ve İtalya’nın başını çektiği Mihver devletleri ile İngiltere, Fransa ve sonra ABD’nin başını çekeceği Müttefik devletlerin korkunç boğuşmasına tanık oluyordu.
Savaş üçüncü yılına girmişti. Hitler Almanya’sının güçlü ordusu Avrupa’da olsun, Asya’da olsun fırtına gibi esiyordu (Afrika da bu “melhame-i kübrâ”ya dahil olacaktı bilahare). Türkiye’yi Mihver safına çekmek için atak üstüne atak yapılıyordu. Almanya bir yandan sıkıştırıyor, İngiltere diğer yandan.
Önce savaşa kendi saflarında girmemiz için baskı yaptılar, sonra da diğer safta girmememiz için. Tarafsız kalmamız daha işlerine gelir oldu. Çünkü Türkiye’nin o gün itibariyle içinde bulunduğu feci ekonomik ve sosyal şartlar silah gücümüzü de etkilemiş, yenilenmemiş silahlarımız İstiklal Harbi yıllarından halliceydi ama o kadar… Oysa bu sırada silah sanayii başını alıp gitmişti. Bırakın savaş uçağı filomuzun caydırıcı olmasını, işe yarar tankımız bile yok denilecek kadar azdı.
Neyse ki birazdan kendisine düzenlenen suikastı anlatacağımız Ankara’daki Alman Büyükelçisi Franz Von Papen’in aracılığıyla yapılan anlaşma gereği Almanya Türkiye’den alacağı kroma karşılık iki modern tank birliği malzemesi vermiş ve 1943 Cumhuriyet Bayramında bu gıcır gıcır tanklar geçit resmine katılınca diğer yabancı ülke temsilcilerinin “gözleri parlamıştı”.
Babamın nesli 3,5 yıl askerlik yapmıştı. 4, hatta 5 yıl yapanlar dahi vardı. Askere giden gelmiyordu, çünkü terhis edilmiyordu devreler. İstanbul Levent’te askerlik yapan rahmetli babam Rafet Armağan (1925-2018) kuru fasulye-pilav menüsüne bayıldıklarını anlatırdı. Yalnız o tarihte masa nerde? Yer sofrasında yemek yiyorlarmış. Efrat da kalabalık olduğu için sofraya sağ dizlerini vererek yan oturduklarını, böylece daha fazla askerin karavanaya kaşık sallamasını mümkün kılan bu Osmanlı usulünden memnuniyetini ifade ederdi.
Bunun memnun olunacak nesi var? diyebilirsiniz haklı olarak. Ortak tabakta yiyorlar, neredeyse hep aynı menü çıkıyor ve birinin yemek sırasında eskaza boğazına bir şey kaçsa, öksürmek için sofradan birkaç dakika ayrılsa döndüğünde karavananın silinip süpürüldüğüne şahit oluyor.
İyi olan şu ki kardeşlerim, o asker, evinde bu kadarını da bulamıyordu ve binlerce fakir Anadolu ailesi oğullarının yaşını büyüterek askere gönderiyordu ki, hayatları kurtulsun; aksi halde aç bilaç perişan olacaklardı. Askerin iyi kötü karnı doyuyor, yatakhanesi var, sağlık hizmetleri fena değil (girmediğimiz savaşta 30 bine yakın kayıp vermiştik hastalık ve yetersiz beslenmeden dolayı). Sevgili babam da yaşını büyüterek ağabeyi Abdurrahman amcamla birlikte askere gönüllü gidenlerdendi.
Bu acı hatıralar hemen her ailenin büyükleri arasında anlatılırdı. Şimdi çok azaldılar ama benim gibi ikinci nesilden olanlar onların dertli seslerini kayda almışsa bir şekilde nesl-i âhire nakledebiliyor.
ANKARA’DA BİR PATLAMA
Almanya Büyükelçisi Von Papen krom alıp tank vererek Türkiye’yi desteklerken aynı zamanda İngilizlerin çelme atmasına da mani olmak için çırpınıyor, Türkiye’deki Türkçü yayınlar için mali destek sağlıyordu. Ancak karışık yıllardı. Casuslar cirit atıyordu Türkiye’de. Kimin kim olduğu çoğu zaman karışıyordu. Nazi Almanyası hesabına çalışmış ve Cicero kod adıyla tanınan Arnavut asıllı Elyasa Bazna olayı bunlardan sadece biriydi.
25 Şubat 1942 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şu haberi okuyanlar Ankara’da neler döndüğünü tahminde zorlanmış olmalıydı:
“Saat sabah 10’u 10 geçe Ankara’nın Atatürk Bulvarı üzerinde bir bomba patlamış ve bir adam tamamen parçalanmıştır. Takriben 10 metre kadar önde refikasıyla (eşiyle) gitmekte olana Alman büyükelçisi Von Papen ile refikaları, sadmenin tesiriyle yere düşmüşlerse de kendilerine hiçbir zarar olmamış ve sefarethaneye (büyükelçiliğe) gitmişlerdir. Bombanın, Alman büyükelçisi ile refikasının yakınında patlamış olması, zabıtayı bu kötü niyetli tertibin büyükelçinin şahsına müteveccih olması ihtimali üzerinde ciddi surette durmaya sevk etmektedir. Tahkikata önemle devam olunuyor.”
Cihan Harbi yıllarında başkent Ankara’da ne büyük entrikalar döndüğünü bundan daha çarpıcı bir örnekle anlatamazdım herhalde. Koskoca Hitler Almanyasının anlı şanlı büyükelçisi –ki Hitler’i iktidara taşıyan kişidir- ve eşine Ankara’nın göbeğinde bombalı suikast düzenleniyor ve görünen hiçbir tedbir yok.
Sonuçta bombayı atan şahsın tedbiren bir elinde bomba, diğerinde tabanca bulunduğunu, ikisini aynı anda kullanayım derken bombanın erken patlaması üzerine etlerinin ortalığa saçıldığını öğreniyoruz. Ayakkabısının teki de civardaki bir ağacın dalında bulunacaktır.
Bu korkunç suikast o beceriksiz tetikçinin planı olamazdı. Arkasında kim olabilirdi?
Emniyet doğrusu aslanlar gibi çalışmış, 24 saat içerisinde failler tespit edilmişti. Sırbistan’dan ülkemize gelip tabiiyetimize girmiş ve okulumuzda okuyan bir komünist Müslüman gençmiş bomba atarken parçalanan. Suç ortakları ise iki Üsküplü hemşehrisi. Biri tıp okuyan bir Sovyet vatandaşı, diğeri İstanbul’daki Sovyet Konsolosluğunda çalışan bir memur. Memuru, diplomatik teamüllere aykırı da olsa konsolosluk binası kuşatılarak teslim alan güvenlik kuvvetleri öğrenciyi de Kayseri’de enselemiş. Şimdi Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanacaklardır.
İşte bu aşamada işler karışır. Almanlara karşı bir yanlış anlamanın önüne geçmek isterken savaşın seyri değişerek Sovyetler’in kazanma ihtimali belirince yargılamanın seyri de etkilenecektir ister istemez.
YARGIDAKİ GEL-GİTLER
Şöyle cereyan eder olaylar:
“Yapılan araştırmaların, Almanya ile Türkiye’nin arasını açmak isteyen SSCB’nin bunu tertiplediğine işaret etmesi Türk-Sovyet ilişkileri için yeni bir darbe oldu ve Sovyet büyükelçisi geri çekildi. Suikast azmettiricileri olarak tutuklanan iki SSCB vatandaşı 16 yıl 8 ay hapse mahkûm edildi. Bu kişiler 2 Ağustos 1944’de Türkiye’nin Almanya’yla ilişkilerini kesmesinden 1 hafta sonra, 9 Ağustos’ta serbest bırakılacaklardır.” (Baskın Oran (editör), Türk Dış Politikası, s. 449.)
Yukarıdaki bilgileri şöyle düzeltelim:
1942’nin 17 Haziran’ında, Sovyet vatandaşı sanıklar 20’şer yıl, Türk vatandaşı sanıklar ise 10’ar yıl hapis cezasına çarptırılacaktır. Karar temyize gider, Ekim ayında bozulur. Yeniden görülecektir. Yeni duruşma 4 Kasım’da yapılır. Mahkeme 23 Aralık’ta bu defa 4 yıl indirerek Ruslara 16’şar, Türklere de 10’ar yıl hapis cezası verir.
Dosya kapanmış gibidir. Ancak bizi bir sürpriz bekliyordur.
Savaşın seyri değişmiştir 1944 yılına girildiğinde. Hele yaz aylarına gelindiğinde Almanya’nın kaybedeceği iyice belli olmuştur. Türkiye 2 Ağustos 1944’te Almanya ile bütün ilişkilerini kestiğini ilan edince Von Papen suikasti davası yeniden hatırlanır. Dosya arşivden çıkarılır ve Sovyetler Birliği’ni memnun edecek bir veçhe kazandırılmak üzere yeniden görülmesi kararlaştırılır.
Almanya’nın teslim olmasına 9 ay kala, 9 Ağustos 1944 tarihinde yapılan duruşmada bu defa sanıklar suçsuz bulunarak serbest bırakılacaktı. (Başak Karataş, “II. Dünya Savaşı sırasında Franz Von Papen suikastı…”, ÇOMÜ Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi 4(1), 2019, s. 127-37.)
Makalenin yazarı Başak Karataş’ın kanaati şu merkezdedir:
“Sanıkların serbest bırakılması noktasında da, Almanya’nın artık savaştan galip çıkamayacağına dair Türkiye’ye gelen istihbarat raporlarının etkili olduğu söylenebilir. Nitekim savaş sonrasında Türk dış politikasının hangi tarafa doğru bir seyir izleyeceğine dair, ikircikli diyebileceğimiz, fikir karmaşası yaşanması ve böyle sıcak bir atmosferde İsmet İnönü’nün SSCB ile zıtlaşmak istemediği anlaşılmaktadır.”
İlkinde 20’şer, ikinci yargılamada ise 16’şar yıl hapse çarptırılan Von Papen suikastçileri II. Dünya Savaşı’nın seyri değişip de Sovyetler Birliği Almanya’yı püskürtünce beraat etmişlerdi.
Olayın arkasında komünistlerin yani SSCB’nin olduğunu o zamanlar Cumhuriyet gazetesi bile yazmıştı. Sovyetler Birliği’nin TASS Ajansı Türk adaletini suçlamış, Hüseyin Cahit Yalçın da ‘ne haddinize’ diye çıkışmış ama 1944’te beraat etmeleri tam bir şok etkisi yaratmıştı. Dış baskılar nasıl olup da bizim adaletimizi gölgeleyebilirdi? Etkiliyordu. Bu da böyle bir hikâyedir ki devam edip gider.
VON PAPEN NASIL ANLATIYOR?
Suikastı bir de Alman Büyükelçisinin hatıratından okuyalım:
“O sabah her günkü gibi erken saatte, yanımda eşim olduğu halde Ankara’nın bu büyük caddesinden büroma gidiyordum. Birdenbire arkamızda müthiş bir patlama oldu. İnfilakın şiddetiyle ikimiz de yere kapandık. Ben hemen toparlandım ve korkmuş olan eşimin kalkmasına yardım ettim. Bir taraftan da ona olduğu yerde kalmasını söylüyordum. Etrafıma bakındım, kimseler yoktu, peki ama bombayı kim atmıştı? Yoksa bu bir mayın tuzağı mıydı? Karımın arkasında küçük et parçaları bulunduğunu hayretle fark ettim. İkimizin de bir yerine bir şey olmamıştı. Yalnız benim kulak zarım zedelenmiş, bir de pantolonum yırtılmıştı.100 metre civarındaki bütün camların pencereleri patlamanın şiddetinden kırılmıştı. Ama bombayı atan ortada yoktu. Çok mükemmel çalışan Türk Emniyet teşkilatı hemen hadise mahalline geldi ve çok geçmeden bombayı atanın bizzat parça parça olduğunu şahsından hemen hemen eser kalmadığını tespit etti.
“24 saat içinde işin mahiyeti anlaşıldı. İstanbul’da okuyan Makedonyalı talebe, Rus Konsolosluğunca bu iş için hazırlanmış. Suikastçıya bir Walter tabancası, bir de gaz bombası verilmiş bombayı ancak polis tarafından sarılma tehlikesi ile karşılaşınca kullanacakmış. Ama cani, Atatürk Bulvarını tenha görünce kendini emniyete almak düşüncesiyle 7 metre arkamdan beni vuracağı tabanca ile gaz bombasını aynı zamanda kullanmayı tercih etmiş. Hakikatte içi dinamit dolu olan bombayı fırlatınca tabancayı kullanmaya vakit bulamadan parçalanmış.” (Hayat, 21 Ekim 1960)