İşte Tarihçi Mustafa Armağan’ın “Bu dünyadan bir ‘Serdengeçti’ geçti” başlıklı yazısındaki ifadeleri:
“Sekiz defa mahpus, bir defa da mebus (milletvekili) olan” Osman Yüksel Serdengeçti’yi vefatının 40. yıldönümünde rahmetle yad ediyoruz.
Bundan 40 yıl önce, 1983 yılı hüzün yıllarımızdan biri olmuştu. Üç önemli değerimizi ard arda kaybetmiştik o yıl: Prof. Dr. Erol Güngör (24 Nisan), Necip Fazıl Kısakürek (25 Mayıs) ve Osman Yüksel (10 Kasım).
Erol Güngör sosyal psikoloji sahasında temayüz etmiş bir ilim adamı kimliğinin ötesine geçerek bir fikir adamı olma yolunda nice vaadlerle dolu bereketli bir ömür sürerken vefat etmişti.
Necip Fazıl her şeyimizdi. Şiir, fikir, sanat, dergicilik, siyaset, tasavvuf… Cumhuriyet devrinde bütün dertlerimiz bir yumak olmuş, onun şahsiyetinde buluşmuştu.
Osman Yüksel veya yaygın adıyla söylersek Serdengeçti ise imparatorluk sonrası Türkiye’nin içine düşürüldüğü küçüklük kompleksine derman olabilecek tutamakları yoklayan bir kafa ve kalemdi.
İmparatorluk devrimizin haklarımızı savunmak ve halkımıza yaşatılanları ifşa maksadıyla çıkardığı, daha doğrusu 15 yıl içerisinde sadece 33 sayı çıkarabildiği Serdengeçti dergisinin ismi kendisine bir soyadı gibi yapışıp kalmıştı.
1944 yılında İnönü iktidarına karşı başkaldıran Türkçüler içerisinde görürüz onu. Alparslan Türkeş ile birlikte tutuklanan ve tabutluk denilen ufacık hücrelerde günlerce başında 1500 mumluk ampul yakılarak işkence edilen Osman Yüksel’in kalemi, müteakip yıllarda da belaları kendisine çekmekten geri kalmadı. Ama o yılmadı ve hakikatleri haykırmayı vazife bildi kendisine.
Tek başına “Ayasofya davası” yeter onun ne kadar mücadeleci bir karaktere sahip olduğunu aydınlatmaya.
Hemen söyleyeyim ki, Osman Yüksel’in 1952 yılında Serdengeçti’de çıkan “Ayasofya” yazısıdır 2020 yılında yeniden cami yapılmasındaki dönüm noktası. Ondan önce Ayasofya hassasiyetini billurlaştıracak güçlü bir çıkış yapılmış değildi.
Yazısı ve dâvası demeliydim, çünkü derginin 17. sayısında çıkan bu yazı başına çok iş açmış, onu mahkemelerde süründürmüştü.
Fethin, Fatih’in mabedinden Kitab-ı Mübin’i,
Bu ulu dini kaldıran kim?
Dinimize, imanımıza saldıran kim?
Söyle Ayasofya söyle:
Seni puthane yapan hangi delidir?
Elleri kurusun, dilleri kurusun!
Arkasından gün gelecek, yeni bir fetih olacak ve yine camiye çevrileceksin, diye ümitli bir sona bağlar ki yazıyı, dedikleri 68 yıl sonra gerçekleşecektir.
Bu yazı üzerine ağır ceza mahkemesinde dava açılır, 5,5 yıla kadar hapsi istenir. Mahkemede der ki Osman Yüksel:
Bu dâvayı Türk savcıları değil, Yunan savcıları açmalıydı. Çünkü Ayasofya’nın cami halinden çıkarılmasını önce Yunan basını ve halkı istedi. Ben de bundan her Türk vatandaşı gibi üzüntü duydum ve millî ruhumuzu şahlandıracak bu yazıyı yazdım.
Tam yedi ay cezaevinde yatmasına sebep olan bu yazıdan bir buçuk yıl sonra beraat eder ki avukatlarından biri daha sonra Milli Görüş’ün ağır toplarından olacak rahmetli Süleyman Arif Emre’dir. Yani bugün Ayasofya Camii’nin yeşil halılarına basarken Osman Yüksel’in sadece o basış için yedi ay hapis yattığını hatırlamalısınız.
Böylesine çilelerle dolu bir ömürdü onunkisi. Kısa hayat hikâyesi dostu Yavuz Bülent Bakiler’in özetlemesiyle şöyledir:
“1917 yılında Akseki’de doğdu. (Müftü Hacı Salim Efendi’nin oğludur.) 66 yıllık ömrü fırtınalar içinde geçti. Yazıları yüzünden hakkında 53 kez kovuşturma açıldı. 80 defa mahkemeye verildi. 8 defa hapse düştü. Toplamda 4 yıl 2 ay hapis yattı. 1965 yılında Adalet Partisi milletvekili olarak Meclise girdi. 1967’de Meclise kravatsız geldiği, Atatürk ilke ve inkılaplarıyla bağdaşmayan tutum ve davranışları içinde bulunduğu ve parti disiplinine aykırı hareket ettiği için Haysiyet Divanı kararıyla partiden ihraç edildi.” (Serdengeçti Geldi Geçti, 2019, s. 301-302)
Osman Yüksel kendini davasına adamış ruhlardandı. Çocuksuz vefat etti gerçi ama bugün sevenleri ve okurları binlercedir.
Bu çileler onu nüktedan, yani bugünkü dille “espritüel” bir şahsiyet haline getirmişti. Kendisiyle de, çevresiyle de hesaplaşmasını nüktelerin yardımıyla yapmayı alışkanlık haline getirmişti. Öyle ki son yıllarında yakalandığı Parkinson (titreme) hastalığı hakkında dahi espri yapmıştı:
Bir zamanlar Ankara kazan, ben kepçeydim. Bazen Ankara’yı, bazen bütün Türkiye’yi karıştırıyordum. Şimdi bir çayı bile karıştıracak durumda değilim!
Bir de sonunda AP’den ihraç edilme sebeplerinden birini teşkil edecek olan kravat esprisi vardır. Fakültedeki yıllarından TBMM’ye uzanan bir hikâyedir bu.
Kendisinden kravat takması istendiği halde uzun süre takmaz, direnir. Sonunda bir gün gelir, söz verir ve gelir yanlarına arkadaşlarının, kravat taktığını söyler ama boynunda böyle bir alamet göremeyenler şaşkınlıkla “Hani kravat?!” diye sorar. Osman Yüksel de “Taktım” deyip belini gösterir. Kayış yerine takmıştır kravatı. Taktım mı, taktım, nereye olduğu önemli mi?
Mecliste uzun süre direnir kravat takmaya. Bir gün grupta söz ister. Emekli bir general olan başkan “Sen önce kravat tak, sonra söz iste” diye cevap verir. Osman Yüksel lafı ağzına tıkar:
Kravat konuşmaz, kafa konuşur. Görüyorum ki sen omuzlarınla konuşuyorsun (rütbeleri kastediyor). Senin omuzların benim kafamı konuşturmak istemiyor. Keşke sen de kafanla konuşabilseydin.
Yıllar sonra Ülkücü hareketin sloganı olacak, “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” sözünü Serdengeçti dergisinin “Şimdilik ayda bir çıkar” başlığıyla çıkardığı 1947 tarihli ilk sayısında yazmıştır.
En iyisi yine ilk sayıdan bir iktibasta bulunarak Osman Yüksel Bey’in ruhuna rahmet okumak. Buyurun beraber okuyalım (1947 yılında, İnönü diktatörlüğünde Türk askeri kıyafetleri İngiliz ordusundan kopyalanmıştır):
“Mehmetçiklere bakıyoruz, o alıştığımız eski sevimli halleri yok! Bir tuhaf olmuşlar. İngiliz külahları onları ne kadar değiştirmiş. Conilere dönmüşler. Bu vaziyet karşısında insan şaşırıyor. İngilizlerle külahları mı değiştik, yoksa herifler bize külah mı giydirdiler? İngiliz askerlerinin başında bizim külahları görmediğimize göre herifler bize külah giydirmiş olacaklar.”
Bu Millet Neden Ağlar? başta olmak üzere Osman Yüksel Serdengeçti’nin kitaplarından tatmadan bu dünyayı terk etmeyin. Bu yazımı da o kitaplara bir nevi davet olarak tadın derim.
Osman Yüksel Serdengeçti, Alparslan Türkeş, Muzaffer Özdağ ve Galip Erdem 1968 yılında Mersin'de.