İrtihalin ardından bu yazıda hocanın mesajlarına yer vermeye çalışacağım. Anladığım ölçüde mesajlarını aktarırken sürç-i lisan edersek affola.
Hocanın insanlarla muhabbet kuran engin gönlü onun belirgin özelliği idi. Sohbetlerinde “burayı ve ötesi”ni aynı cümlelerde birleştirirdi. Sık kullandığı “derviş”lik ifadesi, “petekten uçmayan arı bal yapamaz” deyimiyle yeni çağın ufkuna işaret ediyordu. Teknolojiye ve yeni gelişmelere sık vurgu yapmaktaydı. “Yalnız teknoloji ile yaşanmaz” serzenişi, baş döndürücü gelişmeler arasında bir irfan daveti gibiydi. Nazif Hoca, “insansız teknoloji, teknolojisiz insan olmaz. Her kültürün kendine özgü bir teknolojisi vardır” diyordu. Bugün teknolojinin insani özellikleri dumura uğratan yönü için şu ifadeleri önemliydi: “Teknolojinin ötesi, onun arkasındaki ele göre aydınlık ya da karanlık olur. Benden sonrası tufan diyen, bir kültürün teknolojisi, Hiroşima'da olduğu gibi, yüzbinlerce insanı bir anda toz ve duman bulutuna çevirir.”
İnsan, isteklerini öncelikli kılarak konfor arayışındadır ve ihtiyaçları aşan isteklerin varlığı aşikârdır. Nazif Hoca, teknolojiye “açgözlü” bir arzuya dikkat çekmekteydi: “Dünyada son yıllardaki değişmelerle, yapay ihtiyaçlara tutsaklık açıkça görülür hale geldi… Kendini sınırsız isteklerine kaptıran insan, yeryüzünü Cennet'ten daha çok Cehennem'e çevirdi. İnsanın bir türevi olan teknoloji, gücün simgesi haline geldi. Belirleyicilik kültürden teknolojiye geçti. İnsan ekonominin sıradan bir girdisine dönüştü. Bu değişim içinde insanın özü, sözü ve yüzü unutuldu.” İnsan kendi ürettiği teknoloji ile fıtratı aleyhine kendine zarar veren bir varlığa dönüştü. Bunun için ne yapmalı? “Günümüzün canalıcı sorunu, insanın elinden çıkan teknolojinin, yeniden denetim altına alınmasıdır. Kim Allah dışında bir kaynak arıyorsa, bulduğunu sandığı kaynak er ya da geç kuruyacaktır.”
Mevlana'nın ayetten mülhem dediği gibi: “Biz yalnızca yayız, oku atan Allah'tır." Nazif Hoca, bu büyük hakikate dair bir çerçeve sunar: “Yirmibirinci yüzyılda teknolojiyi denetim altına alarak, bütün insanlığın hizmetine sunacak olanlar, "attın ama sen atmadın" diyerek, gücün üstündeki gücü görenler olacaktır. İnanan, Allah dışında herşeyin yok olup gideceğini bilir. İnanmayan, ölümsüzlüğü piramitlerle yakalamak ister. Biri görünmeyen, diğeri görünen dünyanın ölümsüzlüğüne inanır.” Gaib olan El Habir ile yarışır gibi vizüel çılgınlığın insana sunduğu şey; ekranların gözlere boca edilen curcunasıdır. Gezegenimizi fıtratın; desenli ve estetik dünyasından “kare dünya”nın matriksi içinde tutsak etme çılgınlığı var. Bu da “gittikçe hızlanan tren” misali, bilimin insanın nereye götürdüğü belirsiz bir “kara delik” metaforunu akla getirmektedir.
“Yirminci yüzyılda inancını yitiren insan, aynı Faust gibi, tutkularının peşine düşerek, ruhunu teknolojiye sattı. Değerden soyutlanan teknoloji ruhu öldürdü.” Bu hercümerç içinde ezanla dirilmeye vurgu yapan Nazif Hoca, “ruh depremi” ifadesiyle ruhlara inşirah veren beş vakit okunan sedaya dikkat çeker. Ezan müspet bir deprem olarak gönülleri titretir.
Gazze’de büyük katliama destek veren Amerika hakkında şöyle der: “Bütün dünya kurtuluşu Washington ya da Pekin’den önce Kudüs’te aramalıdır... Amerika dünyanın en yıkıcı gücü haline gelmiştir. Amerika orantısız gücüyle savaşların, gösteriş tüketimiyle de krizlerin baş sorumlusu olmuştur. İnsanlar Amerika'nın, İsrail'in bir Cehennem'e dönüştürdüğü dünyayı, Cennet'e dönüştürmeyi, ellerinde silah taşıyanlardan değil, göğüslerinde gül taşıyanlardan bekliyorlar.” İnsanlar gelecek yıllarda son Halife Ali’nin “Derman sende fakat senin haberin yok; derdin senden, fakat sen görmüyorsun” diyerek, dile getirdiği gerçeği daha bir derinden kavrayacaklardır.
Ve… Nazif Hoca’nın ölüme dair birkaç değinisi: “İnsanlar ellerine geçenleri biriktirme yolunda birbirleriyle yarışarak, toprağın “ölüme aç”, hayatın “ölüme muhtaç” olduğu unutuyorlar. Onlar; “biriktirmenin sınırsız”, “hayatın sınırlı” olduğuna, inanmaya çalışıyorlar. Ölümü gözden uzaklaştırma derdine düşenler, mezarlıkları gözden uzaklaştırıyorlar.”
Son söz: “Yakınlarını yitirmeyenler, ölümün ölümsüzlük olduğunu görmede güçlük çekerler. Bilgeler Erdem Bayazıt gibi, hayatın “Toprağın üstünden çok / altındakilerle var olduğunu” bilirler.”