TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ
Yok matbaa ülkemize din adamları karşı çıktığı için geç geldi…
Yok rasathane meleklerin bacaklarını seyredecekler diye yıktırıldı…
Yok Osmanlı müderrisleri bir üçgenin iç açılarının toplamının kaç derece olduğunu bilmiyorlardı…
Kim bilir bunlar gibi daha ne herzeler öğretiliyor çocuklarımıza. Birine nasıl kırk kere aptal deyince aptal olduğuna inanmaya başlarsa bizim çocuklarımız da önce övünülecek cinsten bir ataları olmadığına inanıyor, ardından onlardan soğuyor ve nefret etmeye başlıyor.
Peki bundan kurtuluşumuz, yani hakiki manada aydınlanmamız nasıl başlayacak?
Malcolm X’in dediği gibi “Bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter.”
Evet, bin kişi bir araya gelse bir kişiyi zorla uyutmayı başaramaz ama tek bir kişi bin uyuyanı uyandırabilir. Onun için hepimizin hakikate giden yolda bilgiyle mücehhez olarak doğruyu araştırması ve bu bilinçle yetiştirilmesi gerekir. Başka türlü bu lanet çemberini yarıp çıkamayacağız çünkü.
Zenbili niçin sarkıtmış?
Osmanlı tarihine göz atalım. Bakalım orada ne tuzaklar gizli?
Yavuz Sultan Selim zamanı şeyhülislamlardan biri Zenbilli Ali Efendi bu makamda en uzun süre görev yapanlardan biridir.
Ders kitaplarımızda Osmanlı’da aydın ile halkın birbirinden kopuk olduğu, aynı mekânı paylaşmadıkları, hatta aynı dili dahi konuşmadıkları yazar. Halka tepeden bakan, burnu büyük bir Osmanlı aydını imajı çizilir.
Riyavete göre Zenbilli Ali Efendi zenbilini pencereden sarkıtır, fetva almak isteyen kişi içine sorusunu yazıp bırakırdı. Zenbilin ipinin hareket etmesinden soru geldiğini anlayan Şeyhülislam da fetvayı zenbilin içerisine bırakarak cevabını gönderirdi. Böyle yaparak güya “Ne Şam’ın şekeri, ne Arab’ın yüzü” tavrıyla halktan yüz çevirmiştir. Böylece halka ona tepeden bakan, burnu büyük bir ulema tipi icat edilir.
Oysa Zenbilli Ali Efendi’nin menakıbnamesine baktığımızda görüyoruz ki o, halkın müzayaka (sıkıntı) çekmemesi için istirahat saatlerinde dahi penceresinden bir zenbil sarkıtıp ümmet-i Muhammed’in ihtiyacını “anında” görmek adına fetva hizmetini bu şekilde verirdi der. Fetvayı alabilmek için dükkânını kapatıp Konya’dan İstanbul’a gelmiş adam; yol masrafı, fetva sırasının gelmesi, cevabı bekleme vs. zaman alacağından hanlarda barınma masrafı, geçim kaynağı olan dükkân veya işletmesinin bu süre zarfında kapalı kalması yönleriyle bu, insanlar için ciddi bir sıkıntıya sebebiyet vermekteydi.
İşte Zenbilli Ali Efendi gerçekte halkın bu sıkıntıları yaşamaması için ihtiyaç sahiplerine şimdiki tabirle “online” hizmet vermiş, dinlenme saatlerinden fedakârlık ederek insanların işlerini kolaylaştırmaya gayret etmiş bir hizmet eriydi. Bu hali Osmanlı devri menkıbelerinde Zenbilli Ali Efendi’nin fazilet, meziyet ve üstünlüğüne misal olarak anlatılırken Meşrutiyetten sonra yazdırılan kitaplarda “halktan o kadar kopuk idi ki…” şeklinde saptırılarak sunulur
“Cerci hoca” ne demekti?
Konya’nın ilim ve irfan ağaçlarından Hacı Veyiszade’nin yaşadığı hayatı gözümüzün önüne getirelim bir anlığına. 1960 Şubatına kadar hayatta olan, Osmanlı medreselerinde yetişmiş olan bu zat-ı muhterem haftanın bir günü çingenelerin, diğer günü hapishanedekilerin yanına bir şeyler tebliğ edebilmek üzere gitmeyi vazife addediyordu. “Cerre çıkmak” şeklindeki hizmet zihniyetinin medreselerde son zamanlarda dahi var olduğunu görürüz. Lakin ders kitaplarımızı yazanlar her kimse vakaları tersine çevirip bize anlatmış. “Cerci hocalar” diye yıllarca alay ettiler onlarla. Halbuki medrese öğrencilerinin halkla bütünleşmesi adına son derece mühim bir çalışmaydı “cerre çıkmak”.
Sultan İbrahim “Deli” miydi?
Ders kitaplarımızda padişahlarından biri “Deli İbrahim” diye anlatılır, değil mi? İsminin önüne bu alaycı sıfat II. Meşrutiyet veya Cumhuriyet devirlerinde güdümlü tarihçiler tarafından kötülemek maksadıyla eklenmiştir. Hem Osmanlı saray tarihçileri denilen vakanüvislerin bir padişaha “Deli” demesi olacak şey midir? Esasen Sultan İbrahim sinir sistemindeki rahatsızlıktan mustarip, kendisini ruhî olarak bazen iyi bazen kötü hisseden, asabında zaman zaman gel-gitler yaşayan biriydi. Onun bu halet-i ruhiyesinin sebebi ise uzun yıllar boyu şimşirlik kasrında hapiste kalmış olmasıydı.
Sultan İbrahim Osmanlı devletini 8 yıl yönetti. Döneminde bir karış toprak kaybetmediği gibi Girit seferini açmak gibi ciddi kararları da vardır. Yönettiği imparatorluğun büyüklüğüne baktığımızda ise “Deli” diye alay edilen padişahın en az 20 tane Türkiye’ye denk muazzam büyüklükteki bir ülkeyi yönettiğini görürüz. Tek bir Türkiye’yi yönetmenin ne kadar müşkil mesele olduğunu görüyoruz değil mi? Bugüne bakarak Sultan İbrahim’i anlamaya çalışmak çok mu zor acaba?
Bir de Sultan İbrahim’in yönettiği topraklardaki insanların aynı dinden, aynı dilden, aynı milletten ve aynı mezheplerden olmadıklarını hatırlayalım ve öyle düşünelim o günkü vaziyeti. Bütün bu farklı etnik yapılar veya din ve mezhepler aynı imparatorluk bünyesinde yan yana yaşıyorken yüzölçümü 20 Türkiye eden bu engin toprakları yöneten zatın boynuna düşünmeden “Deli” yaftasını asıveriyoruz. İnsaf yahu!
Kafkaslardan Cebelitarık’a bir cihan devleti
Aynı anda Polonya’yı, Yemen’i, Bağdat’ı, Kırım’ı yönetmek ne demektir? Bunlar halen kendi içerisine bir sürü problem yaşayan ülkelerdir. Bunları bünyesine almış bir büyük devlet tahayyül edelim. Bir ucu Kafkaslarda, bir ucu Macaristan’da, diğer ucu Cezayir’de, Fas’a kadar, Cebelitarık Boğazına kadar uzanır. Üzerinde yaklaşık 50 devlet kurulmuş bulunan toprakları idare etmiş bir padişahı ‘Deli’ deyip gözümüzden düşürmeye, insanımızın ecdadı ile arasındaki bağı koparmaya çalışan düşmanca bir tarih eğitimiyle karşı karşıyayız sizin anlayacağınız.
Kızıl Sultan’dan Hain Padişah’a
Aynı kitaplarda Yavuz Sultan Selim, Fatih Sultan Mehmed ve Kanuni Sultan Süleyman gibi birkaç padişah hariç çoğu hakkında, indî, küçümseyici, hatta tahkir edici ifadeler kullanıldığını görürüz. Hele son zamanlara gelince vaziyet daha vahim bir hal alır. 2. Abdülhamid’e “Kızıl Sultan”, Sultan Reşad’a “Pısırık Padişah”, Sultan Vahdettin’e ise “Hain” denildiğini bilmiyor muyuz? Son yıllarda ders kitaplarımızda Sultan Abdülhamid ile ilgili kısımlarda bazı müspet değişiklikler olduğunu müşahede ettim fakat birçok padişah veya vezir için hala aynı kötüleyici tekerleme devam etmektedir.
Osmanlı devrinde Haçlı seferi neden olmadı?
Haçlı sürüleri 1096’dan itibaren üç kere Anadolu üzerinden Suriye ve Filistin’e, Kudüs’e kadar ilerleyerek geçtiği bölgeleri kan gölüne çeviriyordu. Anadolu’da Kılıç Arslan gibi kahramanlar tarafından durdurulmaya çalışılan bu sel gibi seferler ne yazık ki Selçuklu tarihi boyunca devam etmişti (hepsi Anadolu’dan geçmese de). Osmanlı devrine geldiğimizde ise Anadolu’ya adım atabilmiş bir tek Haçlı seferi gösterilemez. Bunun nedeni ise Osmanlı’nın bu sorunu önleyici bir stratejiyle bizzat Avrupa kıtasında, yani Balkanlar’da çözmesidir.
Kestirmeden söylersek Osmanlı Devleti Anadolu’yu korumak için Avrupa’nın ortasına Rumeli surunu inşa ederek Haçlıların Anadolu’ya geçmesine izin vermemişti. Orada elini kolunu sallayanın geçememesi için ikinci bir Anadolu olan Rumeli’yi vücuda getirdi. Unutmayalım ki Selçuklunun Rumelisi Anadolu, Osmanlı’nın Anadolu’su Rumeli’dir.
İşte bu güçlü baraj sayesinde Anadolu toprakları 1918’e kadar Haçlı işgaline maruz kalmadı. Osmanlı Devleti anladı ki, Balkanlarda bir set oluşturulmazsa Anadolu toprakları korunamayacaktır. Balkanlar sayesinde Anadolu’ya yönelik muhtemel işgal ve seferler önlenmiştir. Bunu Macaristan’a, Bulgaristan’a, Venedik’e kadar olan bölgeleri Müslümanlaştırarak; Anadolu’dan çok sayıda Müslümanı Rumeli’nde iskân ederek, orada ikinci bir Anadolu vücuda getirmek suretiyle yapacaktı. Böylece Anadolu’yu Avrupa’ya karşı güvenlik çemberleri atarak bir nevi ana vatan gibi koruma altına almış oldu. Onu adeta korumak için kundağa sardı. Ama sözde tarihçilere sorsanız Osmanlı Anadolu’ya önem vermemişti derler.
Ah ki ah!
Osmanlı Anadolu’ya çivi çakmadı mı?
Aynı ders kitaplarımıza ‘Osmanlı Anadolu’ya önem vermedi’, ‘Anadolu insanını bozuk para gibi harcadı’, “Ne yaptıysa Rumeli’ye yaptı, Anadolu’ya çivi çakmadı’ diye nice hezeyan yazılmıştır. Osmanlı’nın sadece Haçlı seferlerini durdurması ve bu tehlikeden masun kılması bile onun Anadolu’ya yaptığı müthiş bir hizmet olarak hafızalara altın harflerle yazılması gerekirken hiç utanıp sıkılmadan Anadolu’yu ihmal ettiği yazılabiliyor.
Bu nasıl kuyruklu bir iftiradır ki, memleketim Urfa’da mevcut camilerin yüzde 70’i Osmanlı eseridir. Hanların da neredeyse tamamı Osmanlı eseridir. Hepsi bir yana Balıklıgöl’ün kenarındaki Rıdvan Paşa Camii bir Lale Devri eseridir.
Keza Konya’daki Osmanlı eserlerini saysanız Selçuklu eserleriyle atbaşı gider. Mevlâna dergahının derviş odaları kısmı bile bir Osmanlı eseridir. Selçuklu şehri sayılan Konya’da dahi Sultan Selim Camii’nden başlayıp Aziziye Camii’ne kadar bir sürü eserin Osmanlı’ya ait olduğunu söylemezler. Edirne, Bursa, Manisa gibi şehirlerde Osmanlı’ya ait eserlerin güzellik ve sayısı karşısında hayran olmamak kabil değildir. İstanbul’u saymıyorum bile…
Peki bu coğrafyaya böylesine hayrat abideleri dikmiş olan bir cihan devletini neden kötülemeye çalışır o ülkenin eğitim sistemi? Her millet kendi tarihini sevdirmeye, ecdadını doğru tanıtmaya ve gelecek nesillere benimsetmeye çalışır ki, çocuklar başkalarını değil, ecdadını rol model alsın.
Tarih bunun için okutulur zaten. Gençlere tarihimizi sık sık anlatmamızın sebebi, onlara kendilerinin de bu ülke için aynı şekilde büyük işler yapabileceğini hatırlatmak değil midir?